21 Mart 2013 Perşembe

Sahte insan sahte demokrasi


Sahte insan sahte demokrasi





Yekta Güngör Özden



 

Mart ayı üzücü olduğundan çok düşündürücü olaylarla geçiyor. Siyasal çalkantılar hızla sürerken ekonomik güçlükler giderek artıyor. İktidarın çizmeye çalıştığı pembe tabloların kofluğu her gün daha iyi anlaşılıyor. Avrupa’da sıkmabaşlı öğrencilerin okullardan çıkarıldığı dönemde Milli Eğitim Bakanlığımızdaki atamaların rekor düzeye ulaştığı haberleri sayfaları dolduruyor. Kadrolaşma öyle yaygınlaştı ki İstanbul Ticaret Odası Başkanlığı seçimlerini AKP’nin kazandığı yazılıyor. Her yeri ele geçirmek, köktendinci düzeni gerçekleştirmek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Yıllardır Baro, Oda, Vakıf, Dernek seçimlerindeki örgütlenmeler, dış destek değişik boyutlarda yükseliyor. İlericilerin dağınıklığı ve yavaşlığı (tembelliği demek daha uygun ama dilime yakışmadığını sanarak aymazlığı diyorum) ilgisizlik ve geçimsizliği gericilerin gücü oluyor. Anayasa Mahkemesi’nin yabancılara toprak satımına ilişkin iptal kararının yürürlüğü durdurmadan, üstelik Resmi Gazete’de yayımlanmasından üç ay sonra yürürlüğe girmesi soruna yararlı bir çözüm getirmeyecek, çıkarcılar hemen yaygaraya başladı. Kimileri de siyasal görüşlerini hukuksallık savıyla sunuyor. Hukukçuluğu fakülte diploması, belki şöyle-böyle yapılmış avukat stajıyla sınırlı kimselerin bağımlı, yanlı görüşleri koşullandırma amacıyla medyada yer buluyor. Kıbrıs konusunda Ankara Anlaşması’yla ilgili protokolün genişletilmesinin Güney Kıbrıs yönetimini tanıma anlamına geleceği boş yere tartışılıyor. RTE iktidarı tersini savunsa da AB arayışı ve tutumu tanımanın gerçekleşeceği yolunda. Bu da KKTC varlığının siyasal ve hukuksal bağlamda sona ermesi demektir. Kamuoyu kandırılarak bir yere varılamaz. RTE-MAT birlikteliği Kıbrıs’ın AB için gözden çıkarılmasını sağlayacaktır.
Yeşil sermayeyi teşvik anlaşmasının sakıncaları gözardı edilmektedir. Her alanda dinci düzen çabası iktidarın vazgeçilmez tutkusu, düzelmesi olanaksız sayrılığıdır. Öğrenci Affı bilime indirilen darbe olarak yeniden yasalaşırken, orman kıyımını getiren 2B yasaları, yabancılara toprak satımı, daha sonra yeni bir Anayasa değişikliği ile AB’ye yeni ödünler birbirini izleyecektir.
Olaylar dizisi
İç ve dış olaylar dizisi, genel karmaşanın korkutucu ölçüsünü ortaya koymaktadır. Cumhurbaşkanı’nın Suriye gezisi için diplomatik özene aykırı biçimde söz eden ABD Ankara Büyükelçisi’nin ağzının payı verilmemiştir. Kendi vahşetlerini, terör girişimlerini unutturmak için AB sürecini fırsat bilerek Türkiye Cumhuriyeti’ni sıkıştırmak isteyen Ermenilere karşı haklı savunmalarda gecikilmiş, güçlü iken güçsüz kalınarak zaman yitirilmiştir. Yıllardır söylenip yazılanlara uzak duran siyasal iktidarlar sözde Ermeni soykırımı için gerçek kusurlulardır. Karşılıklı saldırıları, soykırım olmadığı, Türklere ve müslümanlara kıyıldığı gerçeğini dünyaya anlatamamışlar, anlatılmasına da yardımcı olmamışlardır.
Bu arada KKK Org. Y. Büyükanıt’ın açıklamaları Irak’ın kuzeyinde yuvalanan PKK konusundaki yavanlığı ortaya çıkarmıştır. İktidarın sorumluluğunu ağırlaştıran tutumu yanında PKK militanlarının ülkemize sızdığını söyleyenlerin ne yaptıklarını sormak da yurttaşların hakkıdır. Girişleri önlemek, militanları etkisiz duruma getirmek, yakalamak, sorgulayıp yargılamak, olaylar için yeni komşumuz ABD ile kürt devleti yolunda frensiz hızlanan kürtçüleri uyarmak, kukla Irak yönetimine yükümlülüklerini anımsatmak kimlerin görevidir? İktidarın yakınılan ilgisizliğini iş işten geçtikten sonra tartışmak yerine zamanında uyarmak, öneri ve gerekleri anımsatmak daha uygun değil miydi? Medyanın kimi organları, kimi temsilcileri, kimi yöneticileri konumları nedeniyle basit durumlar için okşaması, pohpohlaması gerçeklerin konuşulup değerlendirilmesini bir süre engellese bile tümüyle durduramaz. Zamanı gelince her şey, her sorumlu ortaya çıkarılır. Terörist sızmalar, halkın tepkisi konularında konuşmalar ilgiyle izlenmektedir. Terör örgütünün silahlı gücünün 1999’da Öcalan’ın yakalandığı zamanki düzeye çıkmasının sorumlularının hesap vermeleri kaçınılmazdır.
Ermeni olayları için Osmanlı döneminde yönetim üzerine düşeni yapamamışsa da sorumlular hesap vermişlerdir. Fransa’da Sen Nehri’nden bir günde 32 Cezayirli’nin cesedi çıkmış, kimse sorumlu tutulmamıştır. Rusların, Almanların, Amerikalıların, İspanyolların, İtalyanların, Bulgarların, Yunanlıların yaptıkları unutulmuştur. Türkiye’nin çevrilip kuşatılması, içinden medya destekli sapkınlarla yıkılması oyunlarının bir perdesi olan ermeni olayları yanlı biçimde verilmekte, gerçekler saptırılmaktadır. Metal Fırtına adlı kitabın amaçlı biçimde yayımlandığı da içeriğinden anlaşılmaktadır. Yayımcısı, günümüz iktidarının önde gelenlerinin becerisiyle sağlandığı vurgulanan sonuç, ABD’nin şahinleriyle gerçekleştirmeyi düşündükleri karşısında Türkiye’yi çaresiz ve bitik göstererek kimi dayatmaları kabule zorlamaktadır. Amerika Uulusal Ermeni Komitesi’yle birlikteliği görüntüleyen bu gelişmelerdeki zaman uyumu ilginçtir. Dışardan ermeni, Kıbrıs, Irak Kürt oluşumu, Ege baskıları yanında içerden mezhepçilik ve ırkçılık yoluyla bölücülük almış başını gitmektedir. Atatürkçü oluşumları özendirip sonra geri çekilen, beklenen destek yerine kösteklemeyi uygun bulanlar şimdilerde birleşme, dayanışma, yeni oluşum çağrıları yapmakta, özveriyle çabalayanlar için “Halk bunlardan alerji duyuyor” yalanıyla duygusallığını açıklayanlar bunama belirtisi sayılacak davranışlarla yeni çelişkiler sergilemektedir. Gericiler tüm kötülüklerini ve düşkünlüklerini din kisvesiyle örtmeye çalışırken hukuka aykırı, gereksiz, sansür sayılacak durdurma işlemleri dayanak bulabilmektedir.
Hukuksal teknik ve içerik yönünden çok zayıf düzenlemeler birbiri ardına yürürlüğe konulmakta, düzeltme ve erteleme istekleri dudak bükülerek karşılanmakta, iktidarın kendini ve yandaşlarını koruma-kollama amacıyla çıkartıp başarı kanıtı olarak gösterdiği düzenlemelerin kimleri yeniden sahneye çıkardığı ve çıkaracağı daha iyi anlaşılmaktadır. Muvafakat partileri durumunda olayları kıyıdan izleyen muhalefet partileri aykırılıkların üzerine gidecek yerde “Ben olsam sıkmabaşı gerçekleştiririm” iletisiyle inanç sömürüsünden medet ummaktadır. Ceza Yasası yakınmaları yoğunlaşmıştır.
Değişik bahanelerle yeşil bayraklı yürüyüşler, terör örgütü ve elebaşı lehine slogan atmalar, ayrılıkçı kalkışmanın direnişini göstermektedir. Bunlara etkin önlem yerine 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde yürüyen kadınlara polis şiddeti uygulaması iktidarın iç yüzünü açıklayan olumsuzluklardan biridir. 3 Mart 1924 Devrim Yasaları’nın 81. Yıldönümü kutlamaları gereken, özlenen coşku yerine bir-iki etkinlikle geçmiştir. İstanbul Kadın Kuruluşları’nın etkinliği ilgi çekmişse de gericilerin yıpratma ve amaçlı yansıtmalarıyla gölgelenmek istenmiştir. Büyük kentlerde kürtçe konuşma salgınına her yerde rastlanmakta, Anadolu’nun özellikle güneydoğusunda Türkçe konuşanlara kızgınlıkla bakılmakta, kendi ülkesinde yabancılaşma kuşkusuna kapılanlar olduğu yakınmaları duyulmaktadır.
Ayrılıkçılar boş durmamakta, uçaklarda doğru dürüst Türkçe anons anlaşılmazken kürtçe anons yapılması istenmektedir. Türkçe’yi öğrenmeleri için, zorunlu ve kesintisiz eğitim için okula gitmeye çağrı yoktur. Diyarbakır’da yaşları 9-12 olan dört kardeş ile üvey annelerinin giysilerinde sakladıkları 25 tabanca ve 24 şarjör dehşetin kanıtıdır. Türkiye’deki cezaevlerinde 2004 yılı sonuyla 57 bin 930 hükümlü ve tutuklu bulunduğu açıklaması herkesi düşündürmelidir. Değişik tipte 417 kapalı cezaevi, 41 açık cezaevi, 3 çocuk ıslahevi, kadın tutukevi, 2 kadın açık cezaevi, 1 çocuk cezaevi ve 3 çocuk tutukevi çalışır durumda. Sokak çocuklarının içler acısı durumu, tinercilerin saldırıları, gasp olayları konusunda etkin önlem beklenirken sıkmabaşlılara ayrıcalıklı polis uygulaması siyasallaşma olumsuzluğunun nerelere uzandığının yeni örneğidir. Bn. Emine Erdoğan’ı protesto eden gruplarda başı açıklara sert davranma yanlılık, yandaşlık açıklamasıdır.
İstanbul Alman Kilisesi Rahibi ve Alman Evangelistlerin İstanbul’daki pastörü Holger Nollman’ın Lozan karşıtlığını açıklarken dinci oluşumlara destek verdiği yayınları ilgi dışında tutulmamalıdır. DEHAP İl Başkanlarının “Kerkük, kürt şehri kabul edilmeli” bildirimleriyle federasyon isteyecek siyasal kuruluşun Meclise girebilme çağrıları bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Bu tehlikeli gelişmeleri bırakan siyasal iktidar öncüleri ülkemiz için sakıncalı Başkanlık sistemiyle akıllarını bozmuş görünmektedir. Atatürk’ün sanki yeryüzüne parlamenter sistemi getirdiğini söyleyen varmış gibi tersini söyleyerek Türkiye’ye getirdiği sistemi değersiz gösterme çabaları kimlerin nerede kaldıklarını göstergesidir.
Duruşmalarında tekbir getirerek olay çıkaran Hizb-ut Tahrirciler, Atatürk’ü Türk büyüğü saymayan bürokratın yükseltilmesi, Atatürk’e ve dil devrimine kötü sözlerle saldırıp tarikatçıları övenlerin korunması, yasak derneklerin kurulup Belediye salonlarına zorla girmesi herkesi duyarlılığa çağırmalıdır. Medya sokakları yazmakta, salonları yansıtmamaktadır. 8 Mart’ta Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlenen Dünya Emekçi Kadınlar Günü Toplantısı’na bir sözcükle bile yer verilmemiştir.
İşsizler Derneği Türkiye’de işsiz sayısının 12 milyona yükseldiğini duyurmaktadır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Komiserliği 2004’te 16 bin 200 mültecinin Türkiye’den yabancı ülkelere sığınma istemiyle başvuruda bulunduğunu açıklamıştır. Türkiye’nin 2005 Ocak ayı cari işlemler açığı %73 artarak 640 milyon dolara yükselmiş, dış ticaret açığı da %68.3 artarak 1 milyar 648 milyon dolar olmuştur. Protesto edilen senet 2003’e göre 2004’te %23 artmıştır. Değerleri de fazladır. Batık tüketici kredilerinin tutarı 835 milyon YTL’dir. Bunlar Yöneticileri ilgilendirmez, aydın bilinenleri etkilemez görünürken kara-yeşil para gizli girişlerinden söz edilmektedir. Daha anlatılıp yazılacak neler neler var. Bir dergide gözüme ilişti, İstanbul’da düzeyli 43 lokantadan 28’inin adı yabancı. Özenti nerelere götürür, ne getirir, kaç kişi düşünüyor? Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü kapandı. Irak Parlamentosu yeni üyeleriyle toplandı. Trafik kazaları dur durak bilmiyor. Yargıtay Ceza Genel Kurulu laikliğin korunmasının gerekmediğine ilişkin kararının tersine yeni bir karar aldı. Olumlu olumsuz olaylar dizisinden kimilerine ilişkin yazılı çizelgemizi burada kesiyoruz.
Sahtecilik
“Bozulmayan yer mi kaldı?” sorusuna yanıt vermek güç. Gerçekten kurumlar, kişiler derin bir yozlaşma içinde. İktidara yaranmak ya da hışmına uğramamak için davranışları bozulanları kimi gün gülerek, kimi gün tiksinerek izliyoruz. Ezgili uyumla çalışanlar, mevki-makam gözetenler, beklenti içinde olanlar, okuduğunu anlamayıp yetkilerini duygusallıkla kullananlar, daha niceleri... Sokağa çıktıkları zaman ne yapacaklar, ne diyecekler, göreceğiz. Üstlerinden çekinip insanlığı unutanlar, mıymıntılar, pısırıklar, tören borazanları, siyasal kalpazanlar, siyasal ortaoyuncuları. Resmi giysiler aldatmasın. Yıllardır yakındığımız “Sahte Atatürkçüler” nitelememiz gereken yankıyı bulmuyor. Önceki Bakanlardan biri söyleyince “Acaba kimleri amaçladı?” sorusuna yol açtı. Tören-toplantı, rozet ve resim Atatürkçüleri, iktidar yalakalığına soyunup gerçek Atatürkçülerden uzak durmaya çalışan korkaklar, yüreksizler, Atatürkçülüğümüzü fazla ve zararlı bulan kendini bilmezler, çıkarcılar gösterişçiler, gizli ve maskeli Atatürk düşmanları. Bunlar, bilinen köktendinci, bölücü Atatürk ve Türkiye düşmanlarından daha tehlikelidir.
Sahtecilik şaşırtıcı olaylarla tüm çirkinliğini ortaya koyuyor. Önceki yıllarda sahte doktor, sahte mühendis, sahte avukat, sahte subay, sahte polis, sahte öğretmen, sahte müdür, sahte öğrenci, sahte diş hekimi, sahte ebe, sahte memurdan söz edilirken şimdilerde andına bağlı kalmayan, sahte (ikinci kez) oy kullanan siyasetçilerden söz edilir oldu. Verdikleri sözleri tutmayanlar, unutulanlar zincirine olmadık isteklerde bulunanlar, olmayacak işlere karışanlar, siyasal gezegenler eklendi. Giderek sahte (korsan) kitap, kaset piyasaya çıktı. Önceleri olursuz alıntılar, aktarmalar, aşırmalar vardı. Sonra kokuşmuş et, sahte yağ, sahte içecek, sahte gıda maddeleri derken şimdilerde sahte içkiler, sahte (hormonlu) sebze ve meyveler, sahte ilaçlar üretildi. Ne biçim insanlık, ne biçim demokrasi, ne biçim din anlayışı var, tanımlanır gibi değil. Sahte para, sahte pul, sahte diploma, sahte mücevher, sahte nüfus cüzdanı, sahte nüfus kaydı, sahte pasaport, sahte kimlik, sahte adres, sahte hesap, sahte tapu, sahte evlenme (zina ceza nedeni olmasa da boşanma nedenidir, imam nikahı zinadır), sahte boşanma, sahte nişanlanma, sahte ad, sahte soyad, sahte süt, sahte yoğurt salgın durumda. Hayali ihracat da bir sahteciliktir. Sahte fatura (naylon fatura), sahte kayıt, sahte tablo durumları üzerken insanların gerçek anlamda ve gerçek nitelikte insan olmamasından kaynaklanan sahteciliklere tanık olunmaktadır. Sahte bilirkişi raporu, sahte karar bile duyulmuştu. Bu kötülüklerin işlendiği, bunları uygun bulanların yaşadığı ülkede demokrasi olabilir mi? Resmi yapılarla deprem konutları başta olmak üzere yapı bozuklukları, yol bozuklukları, alış veriş sahtecilikleri de bu kapsamdadır. İnsanların sahte olduğu yerde demokrasi geçerli olmaz. Yalnızca sahte taşıt kullanma belgesi (ehliyet) sahtecilikleriyle, ekonomik sahteciliklerle değil, siyasette sahtecilikle savaşım vermek gerekir. Yaraşır bir ortam, esenlikli bir yaşam için bu uğraşı öne almak gerekir. Başta medyanın büyük kesimi, bilim ve yargı çevreleri, demokratik kitle örgütleri, yasal organlar, özel kesim her yerin durumu yeterince biliniyor sanırız.

Bu da sahtecilik

Tutumlarındaki aykırılık ve tutarsızlık nedeniyle kendileriyle konuşmayı kabul etmediğim kimi gazete ilgilileri başka gazete ve dergilerle yaptığım konuşmaları kendileriyle yapmışım gibi vermekte kezlerce açıkladığım “İlgim olmamakla birlikte sonuçlarıyla uygun bulduğum”u söylediğim 28 Şubat takıntılarına beni de katmaya çalışmaktadırlar. Yalanın karasına bulaşmış bu ahlaksız kişiler ayrıca kimi arkadaş-dostla aramızı açmak için hiç söylemediğim sözleri söylemiş gibi göstermekte ya da kendi amaçlı yorumlarıyla ters yansıtarak şeriatçı değirmenlere su taşımaktadırlar. Dindar dürüst olur. Din bir anlamda insanlığı amaçlar. İftirayla, saldırıyla alınmak istenen sonuç geçerli olamaz. Atatürk ve Türkiye düşmanlarıyla asla konuşmam. Din sömürücüleriyle asla görüşmem. Yolsuzluk ve ahlaksızlık içinde olanları tanımam bile. Gerçek kimliklerini saptayıp amaçlarını anlayınca ilişkimi tümden kestiğim kimi sakıncalı, tehlikeli çıkarcının şimdilerde kralın soytarısı gibi değişik organlardaki görevlilerin çevresinden ayrılmadıklarını görüyor, duyuyorum. Bunlara kanıp bunların yardım ve aracılığını isteyenlerin düzeylerindeki düşüklük insanı ürpertiyor. Yalanı, abartıyı, yapaylığı ve yüzsüzlüğü, ziyaret, armağan, yemek vs. ile örtmeye çalışan, hastalıkları belirginlerin sözleriyle yol alanlar çıkamayacakları çukura düşecekler. Mevki, makam, etiket, rütbe, nişan, şilt düşkünlerinin yanında ya da yakınında değilim. Söyleneni anlamayan, yazamayan, yansıtamayan, hatta saptıran bir iki çocuk muhabire dayanıp gerçek dışı yayın yapanların insanlıkla ilgileri tartışılır. Benim Anayurt gazetesiyle yaptığım görüşmede özetle anlattıklarımı “itiraf” sayanlar kendi çözümsüzlüklerini açıklamışlardır. Saklanan bir şey yok. Ayrıntıları sayfalar tutacak konulardaki soruları içtenlikle ve özetle yanıtladım. Yalandan tiksinirim. Söylediklerimin hepsi doğru dosdoğrudur. Ayrıntılarını yazacağım anılarımda belirteceğim. Kimsenin yalanlaması ya da alaya alması gerçeği değiştiremez. Herkes kendi kişiliğini çizer. Yanlış alıntılar, teypten çözme hataları beni bağlamaz. Örneğin Şevket Kazan’ın bana emeklilik kutlaması gönderdiğini söylemedim. Bülent Ecevit’le Necmettin Erbakan’ı söylemiştim. Daha Fethullah Gülen’in imzalı mektuplarını açıklamadım. Şevket Kazan’ın “mahçubiyet” sözü de kendini ilgilendirir, beni etkilemez. Yaptıklarımın ve söylediklerimin hiçbirinden pişmanlık duymadım. Şevket Kazan, beli ağrıyanların taşıtta kullanacakları oturma gerecini bana gönderdiğini unutmuş görünüyor. Önemli değil. Gocunacak bir şeyim yok. Kimin ne olduğunu herkes biliyor. Gerçekleri saptıran, kişilikleri gölgelemeye çalışan, onurlulara katlanamayan gericiler ne yazıp söyleseler elde edecekleri bir şey yoktur. Tüm kötülere ve kötülüklere karşın ödünsüz çabalarımızı içtenlikle ve kararlılıkla sürdürüyoruz.
Yineliyorum, sahte milliyetçiler, sahte demokratlar, sahte dindarlar ve sahte Atatürkçüler kaçınılası, uzak durulması gereken zararlılardır. Atatürkçülük, lâiklik, ulusalcılık konusundaki konuşmalarımızdan sonra hemen telefon açıp “Her şeye rağmen yanınızdayız” diyenlerin birlikte görülmekten nasıl kaçındıklarını, yılbaşı kutlamasına yanıt veremeyecek, aldığı kitaba teşekkür edemeyecek kadar korkup çekindiklerini, emirle sus-pus oturduklarını gördük, görüyoruz, göreceğiz. Bu durumlar bizi küçültmüyor. Bir yıl sonra emekli olduklarında yüzlerine kim bakacaktır? Cartcurtla- zartzurtla bir şey olmadığını anladıklarında çok geç olacaktır.
Bizi AB’ye almayacakları, alacak gibi görünüp-gösterip kendi istediklerini alacak Avrupalılar Lozan’dan değil, Sevr’den yana olanlarla dayanışma içindeler. Bunu anlamayan kimse siyaset yapabilir mi. Ama değişmez yazgı sanki “atın önünde et, itin önünde ot” sözünü anımsatan genel görünüş. Bakalım daha nelerle karşılaşacağız.
Çanakkale Savaşları’nın 90. Yıldönümü’nde Atatürk’ün adına bile yer vermeyen Diyanet İşleri hutbesine ne demeli? Yabancılara ödünle verilip ayrıcalıklı olanaklar tanınırken yurdu kurtarıp devlet kuranı unutmak ve unutturmak her yönden sakıncalı ve kınanacak tutumdur.


Yekta Güngör Özden - Sahte insan, sahte demokrasi

.

AKP DEVLETE KARŞI

AKP  DEVLETE KARŞI 
 
 
 
İnan Kahramanoğlu.,

05.05.2003/Sayı:29




 
AKP hükümeti ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında türban ve şeriatçı kadrolaşma ile başlayan gerilim son olarak Meclis Başkanı Bülent Arınç tarafından düzenlenen 23 Nisan resepsiyonun devlet protokolü tarafından protesto edilmesiyle birlikte tekrar şiddetlendi.
Cumhurbaşkanı’ndan Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına, üst düzey bürokratlardan yargı organları başkanlarına kadar devletin bütün organları Arınç’ın eşinin türbanlı olarak resepsiyona katılacağının açığa çıkmasının ardından tepkilerini sert biçimde ortaya koydular ve resepsiyona katılmayacaklarını açıkladılar. Bu sert tepki karşısında geri adım atmak zorunda kalan ve eşinin resepsiyona katılmayacağını açıklayan Arınç’ın girişimleri ise sonuçsuz kaldı.
23 Nisan resepsiyonunun ardından toplanan ve 7.5 saat süren ve 28 Şubat’ın ardından tarihin en uzun ikinci MGK toplantısıyla AKP-Ordu ilişkilerinde yeni bir sürece de girilmiş oluyor.

 AKP Devlet Savaşı büyüyor

 AKP ve orduyu karşı karşıya getiren ve hükümet ordu çatışması olarak adlandırabileceğimiz sürecin ilk adımlarının da yine Arınç tarafından atıldığı düşünüldüğünde ordunun tepkisini görmezden gelmeye yönelik açıklamaların, oluşan tepkinin şiddetini azaltmaya yönelik bilindik açıklamalardan öte bir anlamının olmadığı ortada.
Zira 3 Kasım seçimlerinin ardından AKP ile orduyu karşı karşıya getiren ilk olay orduyu kastederek “bazı çevrelere inat Meclis başkanlığına aday oluyorum” diyen ve başkanlığa seçilmesinin hemen ardından türbanlı eşini devlet protokolüne sokan Bülent Arınç tarafından yaratılmıştı. Arınç’ın türban zorlamasına TSK’dan yine büyük tepki gelmiş ve Arınç’ı tebrik etmeye giden MGK üyesi komutanlar yalnızca otuz saniye süren bir ziyaretin ardından Arınç’ın makamını terk etmişlerdi.
 
 
 


Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın 23 Nisan Resepsiyonu Devlet-AKP çatışmasının en üst seviyede ortaya çıkmasına neden oldu. Daha önce türbanı devlet protokolüne sokmaya çalışan Arınç bu defa eşini resepsiyona getirmeyeceğini açıklamasına karşın, başta Cumhurbaşkanı ve Genel Kurmay Başkanı resepsiyonu protesto ettiler. Üst düzey devlet bürokrasisinin de protesto ettiği resepsiyon böylece AKP içi bir çay partisine dönüşmüş oldu. Resepsiyonda kendi başlarına kalan AKP’nin sergilediği görüntü aslında şeriatçı hükümetin Türkiye’de ne kadar tecrit olduğunu da ortaya çıkartmış oldu. Şeriatçılar devleti kuşatmaya çalışıyorlar ancak devlet içinde köşeye sıkıştıklarını sanırız hâlâ farkedemiyorlar.

Bu ilk ciddi gerginliğin ardından hükümetin hazırladığı acil eylem planıyla özellikle YÖK yasa tasarısı ve üniversitelerde türbanın serbest bırakılması konusundaki planlarını uygulamaya koyması ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki şeriatçı kadrolaşma çabalarına hız vermesi üzerine Cumhurbaşkanından Dışişleri Bakanlığına kadar bütün devlet organlarıyla AKP karşı karşıya gelmişti.

Bu gelişmeler yaşanırken toplanan MGK’da da hükümet uyarılmıştı. MGK toplantısında alınan kararlara muhalefet şerhi koyarak imza atan dönemin Başbakanı Abdullah Gül’e yanıt bizzat Genelkurmay başkanının ağzından “başbakan irticaya cesaret verdi” denilerek ortaya konmuştu. Bu açıklama aslında AKP’nin hükümette kalmasının artık mümkün olmadığını ve ordunun AKP iktidarının Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerine göz yummayacağını göstermişti.

Çatışmanın en üst seviyeye ulaştığı anda başlayan ABD’nin Irak saldırısı ise gündemi farklı bir noktaya taşıdı. Ancak bu süreç içinde AKP hükümeti bir yandan Kıbrıs ve Irak’ta devlet politikasını hiçe sayarak büyük tavizler verirken şeriatçı kadrolaşma çalışmalarını da sürdürmekten geri kalmıyordu.

Dolayısıyla her ne kadar varolan gerilim azalmış gibi görünse de AKP devlet savaşı alttan alta kızışmaktaydı. 23 Nisan resepsiyonunda ortaya çıkan durum işte tam da bu arka planda yürüyen kavganın patlak vermesinden başka birşey değildi.

 AKP’den devlete şeriatçı kuşatma



 




Abdullah Gül’ün büyükelçiliklere şifreli genelgesi Ordunun büyük tepkisine yol açtı. Genelgede, Milli Görüş teşkilatları ile Fethullah Gülen cemaatine destek verilmesi isteniyordu.

AKP iktidara geldiği 3 Kasım’dan bugüne kadar aradan geçen altı aylık süre zarfında gerçekleştirdiği şeriatçı kadrolaşma operasyonunun bugün ulaştığı nokta Cumhuriyet’in şeriatçı bir kuşatmayla karşı karşıya kalması anlamına geliyor.

 İlk olarak Türkiye’yi 28 Şubat’a taşıyana süreçte Cumhuriyet karşıtı şeriatçı hareket rejimi değiştirecek güce ulaşmış ancak ordunun müdahalesiyle iktidardan düşürülmüştü. Aradan geçen altı yıldan sonra bu kez yine aynı şeriatçı Milli Görüş geleneğinin temsilcisi AKP iktidarda. Üstelik AKP Refah Partisi döneminden farklı olarak Meclis’te anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa sahip ve tek başına iktidar. Böyle olunca da devlette şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerinin engellenmesi oldukça zor hale geliyor.
 
AKP hükümeti iktidara geldiği ilk günden beri planlı bir kadrolaşma faaliyeti içinde bulunuyor ve bu plan bugün de aynı şekilde uygulanıyor.

 THY, TRT, ISDEMİR ve daha birçok önemli devlet kuruluşlarının başına Milli Görüş kökenli kişiler atanmakta. Türbanın serbest bırakılmasına yönelik çalışmalar aynı şekilde devam ediyor. Kadrolaşma operasyonu öyle boyutlara ulaştı ki devletin en gizli belgelerinin bulunduğu Cumhuriyet Arşiv Daire Başkanlığı’na “Molla Üniversitesi” olarak bilinen şeriatçı El-ezher Üniversitesi İlahiyat mezunu Hüsnü Özer atandı. Daha önce de Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü görevine bir Muratbey Balta isimli bir imam atanmıştı.
 
 


 
 
Başbakan Tayyip Erdoğan, idealinin Amerikan modeli bir başkanlık sistemi olduğunu açıktan ifade etmeye başladı. Bu, şeriatçıların, mevcut Cumhuriyet rejimi

içinde kalmak istemediklerinin, bir başkanlık yetkisi ile Türkiye imamlığına soyunmak istediklerinin de göstergesi.

Şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerini engellemeye çalışan cumhurbaşkanı Sezer’in bütün çabalarına rağmen bu atamalara engel olunamıyor. Atama kararnamelerini geri çeviren Cumhurbaşkanı aynı atama kararnamesini tekrar karşısında buluyor. Ataması gerçekleşmeyenler de görevlendirme ile istenilen görevlere getiriliyor.

AKP özellikle son bir aylık süreçte kadrolaşma faaliyetlerini kolaylaştıracak bazı yasal düzenlemeleri de uygulamaya koydu. Sadece emeklilik yaşını 61’e düşüren yeni yasayla 2 bin 100 deneyimle bürokrat görevden uzaklaştırıldı ve bunların yerine şeriatçı kadrolar atandı.

Milli Eğitim ve üniversiteler üzerindeki şeriatçı kuşatma da günden güne artıyor. YÖK’ü kaldırma çalışmalarını gelen yoğun tepki üzerine bir süreliğine geri çeken AKP bu günlerde bu planlarını tekrar gündeme getiriyor. Önümüzdeki dönemde de artararak devam etmesi beklenen türbana özgürlük ise AKP için vazgeçilmez önemde.

Bütün bu kadrolaşma tartışmaları sürerken biraraya gelen Cumhurbaşkanı Sezer ve Tayyip Erdoğan arasında geçen ve basına da yansıyan diyalog yaşanan sürecin vehametini en açık biçimde ortaya koyuyor. Sezer’in “Devletin her kademesine imamları dolduruyorsunuz” şeklindeki sözlerine Erdoğan’ın yanıtı şu oluyor: “Ben de imamlık yaptım ama şimdi başbakanım”
 
 Şeriatçı terör örgütlerine devlet protokolü
 
 AKP hükümeti bir yandan devlet bürokrasisi içinde yoğun bir kadrolaşma hareketine girerken bir yandan da bağlantılı bulunduğu yurt dışındaki şeriatçı örgütlenmeleri açıktan destekliyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından 16 Nisan tarihinde yayınlanan ve MGK toplantısının en önemli maddelerinden birisi olan Milli Görüş ve Fethullah Gülen cemaatinin kollanması yolundaki genelge Türkiye Cumhuriyeti devleti aleyhine faaliyet gösteren kuruluşların bizzat hükümet tarafından korunduğunu gösteriyor. Abdullah Gül imzasıyla bazı ülkelerdeki büyükelçiliklere gönderilen genelgede Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler içinde bulunan Milli Görüş teşkilatının çalışmalarının desteklenmesi isteniyor.
 






İran’dan gelen çarşaflı heyet de AKP’nin nasıl bir düzen istediğini gösteriyor.



 Türkiye’nin terörist örgüt olarak kabul ettiği Milli Görüş, yalnız Türkiye’de değil faaliyet gösterdiği ülkelerden Almanya’da da sıkı takip altında ve 26 bin üyesi ve büyük ekonomik gücüyle “takip altındaki en büyük yabancı örgüt” konumunda. Genelgede yer alan “Milli Görüş zararlı bir teşkilat değildir. Milli Görüş Teşkilatı’nın organizasyonlarına gerektiğinde büyükelçiler ve diplomatlar da gitmelidir. Resmi heyet programlarına bundan sonra bu teşkilat da dahil edilmelidir” şeklindeki ifadelerle Türkiye tarihinde ilk kez şeriatçı terör örgütleri devlet protokolüne alınmış oluyor.
Yine aynı genelgede 28 Şubat’ın ardından Amerika’ya tedaviye giden ve nedense bir türlü iyileşip Türkiye’ye dönemeyen Fethullah Gülen ve cemaaatinden övgüyle sözediliyor. Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler yürüttüğü iddiasıyla yargılanan Fethullah Gülen ve cemaatinin yurtdışındaki okulları için Türk kültürünü yayan kurumlar ifadesi kullanılıyor ve bu okullarla ilişkilerin geliştirilmesi isteniyor.
 

 AKP Orduya Savaş Açtı

 MGK toplantısı öncesinde ortamı geren bir diğer önemli gelişme de İran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Rıza Arif ve beraberindeki ekibin Ankara’da ağırlanması sırasında yaşanan olaylardı. Devletin resmi kuruluşu olan TRT ve Anadolu Ajansı’nın dahi içeri alınmadığı ve adeta gizli örgüt toplantılarını andıran yemekteki haremlik selamlık uygulaması ve çarşaflı kadınların yarattığı manzara Ankara’nın içine düştüğü kuşatmanın ne boyutlara ulaştığını göstermesi açısından önemli bir örnekti.
Tüm bu kadrolaşma çabalarına Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay başta olmak üzere devlet organları tarafından gösterilen karşı çıkış yaklaşan MGK toplantısı öncesinde taraflar arasındaki gerginliği daha da tırmandırdı.
AKP cephesi MGK’da hükümetin irticayla mücadele konusunda uyarılacağının ortaya çıkmasıyla birlikte saldırıya geçti. MGK’nın siyasilerin hesap vereceği bir yer olmadığını söyleyen AKP yetkilileri “MGK’da hesap vermeyeceğiz” tavrıyla tabanlarına dik durma mesajı vermeye çalıştılar. Orduya yönelik en sert saldırı ise Tayyip Erdoğan’dan geldi. Erdoğan orduyu kastederek “devletin en üst noktasından en alt noktasındana kadar hiç kimse la yü’sel (sorumsuz) değildir” diyerek MGK toplantısı öncesinde orduya meydan okumaya çalıştı.

 Medyanın da yoğun desteğini arkasına alan Erdoğan partisinin Meclis’teki çoğunluğundan da güç alarak orduyu hedef alan açıklamalarına devam etti.
Erdoğan Belediye başkanlığı döneminde karıştığı ve yargılandığı yolsuzluk dosyalarını unutarak “Türkiye’nin imkan ve kaynaklarını boşa harcayanlar, statükonun korunması için direnenler, yolsuzluklar ve usulsüzlüklere bulaşanlar iddia edildiği gibi sadece siyasiler değil” sözleriyle silahlı kuvvetleri ve cumhurbaşkanını eleştirdi.
MGK toplantılarında hep dinleyen konumunda kalan şeriatçılar tek başına iktidar olmanın verdiği güçle bu kez karşı atağa geçerek baskın çıkmayı hedefliyorlardı. MGK’nın asker kanadı Milli Görüş ve Gülen cemaatini koruyan genelge, kadrolaşma ve türban tartışmalarıyla YÖK tarafından hazırlanan ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ciddiye alınmayan raporu gündemine alırken AKP kanadı da kadrolaşma faaliyetini savunacak karşı hazırlıklara girişti.

 AKP AB kozunu kullanarak Orduyu tasfiye etmek istiyor


 Medyanın büyük desteğini arkasına alan AKP ordu üzerinde kurmaya çalıştığı psikolojik baskıyla MGK toplantısını kazasız belasız atlatmaya çalışırken uzun vadede ordunun müdahalelerini engelleyecek bazı düzenlemelere girişeceğinin de ipuçlarını veriyor.
Özellikle AB süreci içinde demokratikleşme adı altında ordunun siyasete müdahalesini engellemeye yönelik planın iki ayağı var. ilk olarak Askerin icraat ve söylemlerinin “askeri tehdit” konularıyla sınırlandırılması öngörülüyor. İkinci olarak da 2004 sonuna kadar MGK’nın tamamen ortadan kaldırılması ya da en azından hükümete tavsiye kararı vermesi engellenmek isteniyor.
Hedefine ulaşma yolunda en büyük engel olarak gördüğü orduyu tasfiye planlarını yürürlüğe koyan AKP’nin elindeki en büyük koz da sözde AB üyelik süreci. AB üyeliği için siyasetin sivilleştirilmesi ve ordunun siyasetin dışına itilmesi AB’nin Türkiye’den taleplerinin ilk sırasında yeralıyor.
AB Komisyonu Genişlemeden sorumlu üyesi Gunter Verheugen’in Türkiye’deki ordu siyaset ilişkileri konusundaki görüşleri de AKP ile son derece uyumlu. Verheugen AKP AB ittifakının orduyu tasfiye planlarını şu sözlerle açığa vuruyor: “Ordu Siyasilerin Emrinde olacak, siyasiler ordunun değil”

 Başkanlık Sistemiyle Devlet ortadan kaldırılacak


 Tayyip Erdoğan’ın “siyasetteki tek arzum başkanlık ya da yarı başkanlık modelidir. Bunun ideali de Amerika’da uygulanan sistem” açıklaması da orduyu tasfiye planları yapan AKP’nin geleceğe dönük niyetlerinin ne olduğunu anlamak açısından son derece önemli.
AKP, şeriat hedeflerinin önünde engel olarak orduyu ve devlet bürokrasisini görüyor ve bu amaçla giriştiği icraaatların sürekli bu organlardan geri tepmesi üzerine bu kez de başkanlık sistemini gündeme getiriliyor.
Başakanlık sistemi, devlet bürokrasisinin ortadan kalkması ve yetkinin tıpkı Amerikan sisteminde olduğu gibi başkan ve etrafındaki danışman kadrosunun denetimine girmesi demek. Başkanlık sistemine geçiş aynı zamanda Cumhuriyet rejiminin ortadan kaldırılması anlamına geliyor
Bakanlık yapmak için seçilmiş olma zorunluluğunun aranmadığı ve dışarıdan atamaların mümkün olduğu böylesi bir sistemin Türkiye’yi nerelere sürükleyeceğini tahmin etmek hiç de zor değil. Bunun şeriatçı hareket açısından yaratacağı fırsatları saymaya da herhalde gerek yok.
Başkanlık sisteminin yanısıra hükümet tarafından hazırlanan yerel yönetimler yasasayla da merkezi devlet çökertilerek yetki ve karar belediyelere devrediliyor ki bunun sonucunda şeriatçı belediyeler ve özellikle Güneydoğu’daki HADEP çizgisindeki belediyelerin etkinlikleri daha da artacak. Bu üniter devletin ortadan kaldırılması ve Türkiye’nin eyaletlere parçalanmasına yolaçacak bir gelişme

 AKP Türkiye’yi yönetmeye devam edebilir mi?

 Altı aylık AKP iktidarı Türkiye’de şeriatçı bir partinin iktidarda kalmasının mümkün olmadığı ve ordunun buna izin vermeyeceği gerçeğini doğruluyor. AKP daha iktidara gelmeden ordu tarafından dikkatle takip ediliyordu ve AKP’nin şeriatçı hareketin bir parçası olduğu ordu tarafından biliniyordu.
Ancak AKP’nin 3 Kasım seçimlerinde aldığı oy oranı ordunun müdahale etmesini geciktiren bir faktör. Arkasında geniş halk desteği bulunduğu izlenimi medyanın da aynı yöndeki yayınları biraraya geldiğinde AKP’nin bu gerilim ortamında bir süre daha iktidarda kalması mümkün.
Ancak AKP devlet ilişkilerinin geri dönülemez biçimde tahrip olduğu düşünüldüğünde uzun vadeli bir AKP iktidarına Türkiye’nin tahammülünün kalmadığı da görülmeli.
Şu anda yapılacak bir ordu müdahalesi sadece ordunun demokratik süreci kesintiye uğratan ve on yıllık periyotlarla müdahaleyi alışkanlık haline getirdiği yönündeki propagandanın güç kazanmasına ve ordunun puan kaybetmesine yolaçacak. O nedenle kısa süre içinde bir ordu müdahalesi çok mümkün görünmüyor.
Fakat çok uzun süre önce kopan AKP ordu ilişkisinin yeniden tamiri mümkün değil. O nedenle AKP’lilerin yarattığı ve yaratacağı benzeri bütün gerilimler sadece AKP’nin dosyasının kabarmasına yol açacak ve zamanı geldiğinde yapılacak müdahalenin daha da meşruluk kazanmasını sağlayacak.
Devlete savaş açan AKP karşılığını almaya başladı bile. Bu savaşın iki değil tek bir olasılığı var: Türkiye Amerikancı ve gerici AKP iktidarından kurtulacak.

 İnan Kahramanoğlu - AKP devlete karşı,
 
 
 

 ..
 


20 Mart 2013 Çarşamba

Devlet Teröre Teslim!



Devlet Teröre Teslim!




Özgür Billur









Türkiye’de devlet var mı?


9 Haziran 2004. Bu tarihi bir yere not edin. Çünkü Türk tarihine kara bir sayfa olarak geçecek bir tarihtir bu.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, ABD ve AB’nin besleyip büyüttüğü Kürt bölücülüğü ve PKK karşısında teslim olmuştur. Türkiye’nin devlet televizyonundan Kürtçe yayın başladığı gün, cezaevinde bulunan DEP eski milletvekilleri serbest bırakılmıştır.

Bölücü örgütün yirmi yıldır dağlarda savaşarak elde edemedikleri kendisine bir bir sunulmaktadır.

PKK, dağa çıktığında kültürel hakları için savaştığını söylemiyor muydu? İşte Kürtçe eğitimden sonra Kürtçe yayın da gerçekleşti. Hem de devletin televizyonundan.



Şehit Anneleri, ölen evlatları için ağlarken, teröristbaşı Apo’nun ailesi, Meclis’te Apo’nun affedilmesinden sonra kurban kesiyor. Apo’nun emireri sözde milletvekilleri serbest bırakılıyor. PKK’lı teröristler hala Türk askerlerini şehit ediyor. elevizyonlardan Kürtçe yayınlar yapılıyor. Ama bu devleti savunacak kurum vekuruluşların elleri kolları bağlanıyor. Kısacası itleri salıp taşları bağlıyorlar.

Türk devleti için bir başka yüzkarası durum ise, PKK ile organik bağları kanıtlanmış ve Türk yargısınca 15 yıl hapis cezasına çarptırılmış eski DEP milletvekilleri Leyla Zana, Hatip Dicle, Selim Sadak ve Orhan Doğan’ın salıverilmesi.
Ne tesadüftür ki, aynı gün bu bölücülerin talimat aldığı teröristbaşı Apo’nun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) davası görüşülüyor. Türkiye davalı konumda ve Apo’nun asılmayacağını bir kez daha taahhüt ediyor.
PKK, kısa bir süre önce “ateşkes”i sona erdirdiğini ve yeniden saldırıya geçeceğini açıkladı. 1 Haziran’dan sonra terörist saldırılar Güneydoğumuzda yeniden başladı. Düşünün, düşmanınız size saldıracağını açıklıyor ve siz düşmanınızın lider kadrosunu elinizdeyken bırakıyorsunuz. Bırakalım ciddi bir devleti, sıradan bir örgüt bile bunu yapmaz.
Türk devleti nasıl ki teröristbaşına cezasını veremeyerek, onu besleyip kendine karşı AB ve ABD’nin kullandığı bir silah haline getirdiyse, Zanaları bırakarak da aynı şeyi yapmıştır.
Türk devleti elindeki düşmanını cezalandıramaz ve onun faaliyetlerini durduramaz bir konuma gelmiştir. Hatta düşman, taleplerini Türk devletine kabul ettirmektedir. Türk milleti kendisine sahip çıkacak devletini aramaktadır!


Egemenlik ulusun mu, AB’nin mi?

Türk milleti tehlikenin farkındadır. Tehlike Türkiye’ye yeni Sevr dayatılması ve ülkenin parçalanmasıdır. Ancak milletin kendisini koruyacak devleti pasifize edilmiştir. Yargı, Ordu ve Cumhurbaşkanlığı, AB Uyum Süreci ile etkisiz hale getirilerek bölünme ve sömürgeleşme programı adım adım uygulanmaktadır.
TBMM, AB’den randevu tarihi alabilmek için önüne getirilen yasaları çıkaran bir kurum halini almıştır.





























Meclis’te millet değil, AB egemendir. AB’nin Türkiye’ye dayattığı parçalanma politikalarını engelleyecek tek şey, devletin ülkesini ve milletini koruma mekanizmalarını kullanmasıdır.

Ancak AB’den tarih alabilmek için verilen tavizleri engelleyecek devlet kurumları ya susuyor ya da bu sürece teslim olmuşlar. Batıcı-şeriatçı iktidar, kendisine dur diyecek kuvvetleri etkisiz hale getirmenin rahatlığıyla yeni ataklar yapmaktadır. Yeni düzenlemeyle yetkileri iyice kısıtlanan MGK’nın genel sekreterliğine 30 Ağustos’tan sonra Org. Şükrü Sarıışık’ın yerine bir sivilin atanması için çalışmalara başladılar bile.

Bir önceki hükümet döneminde başlayan AB Uyum Yasaları Dönemi şimdiki hükümetle birlikte en üst noktaya vardı ve devlet kurumları buna uygun yapılandırılmaya başlandı.

İşte devlet televizyonu TRT’nin genel müdürü Şenol Demiröz’ün söyledikleri: “Türk devleti rotasını AB’ye çevirmiştir. AB, Değerlendirme Raporu’nu 12 Haziran’dan itibaren yazacağını ifade ettiği için biz devletimizin önünü açmak, Türk milletinin geleceğinin önünü kesmemek için bu kararı (Kürtçe yayın) aldık.”
Demiröz, bu yayını kendi ulusal çıkarlarımız doğrultusunda kullanacağımızı ve Kürtleri bizim etkileyebileceğimizi iddia ediyor. Bir kere Kürtleri etkileyen unsurlar belli, zaten oradaki insanların Kürtçe yayına ihtiyacı olduğu için yapılmıyor bu yayınlar. Amaç Türkiye’nin PKK karşısında gardını düşürmek.
Sorun Kürtleri yapacağımız yayınlarla kazanmak değil, onların bir dilinin ve milliyetinin olduğunu resmen kabul etmek. Nasıl ki, Annan Planı’na “evet” diyerek Türkiye’nin Kıbrıs’ta egemen bir devlet olarak varlığını sürdürme konusunda gardı düşürüldüyse buradaki amaç da benzerdir.


Devlet Kürtçeyi tanıdı

Kürtçe yapısal olarak incelendiğinde Farsça ve Türkçe karışımı bir dildir. Ne gramer ne sözcük kökeni açısından Kürtçenin özgün bir dil olduğunu söylemek mümkün değildir.
Üstelik Kürtçe adı altında birbirinden oldukça farklı ve kendi içinde bile anlaşamayan çeşitli lehçeler olduğunu görüyoruz. Bugün bir Kürt dili yaratmak amacıyla farklı lehçeler bir dilin parçaları olarak gösterilmekte ve olmayan bir dil uydurulmak istenmektedir.
Ancak, 9 Haziran tarihinden itibaren Türk devleti artık Kürtçenin bir dil olmadığını kabul edemez. Aşiretlerin kendi aralarında kullandığı sözcükler yığını devlet eliyle resmileşmekte ve bir dil yaratılmaktadır. Türk devleti bilimsel araştırmalar yaparak Kürtçenin bir dil olmadığının propagandasını yapacakken -ki bu alanda Weber ve Friç gibi araştırmacıların olmak üzere pekçok çalışma vardır- PKK’nın talebini kabul etmiştir.
Bunun bir başlangıç olacağını göreceğiz. Bugün ayrı bir dilleri olduğunu kabul ettiğimiz insanların yarın azınlık olduğunu, arkasından da devlet kurma haklarının olduğunu kabul edersiniz.
Toplumsal bir kuraldır, dil varsa millet vardır, millet varsa da devlet. Ayrı bir dili olan her topluluk mutlaka devlet kurar. Çünkü emperyalizm çağında yaşıyoruz ve ezilen dünyaya Wilson prensipleri dayatılıyor.
AB’nin anadilde yayın dayatmasının altında Kürt devletinin kurulması ve Türkiye’nin parçalanması yatmaktadır. Kültürel zenginliğimiz adı altında Boşnakça, Arapça, Çerkezce gibi yayınlar bu niyetin üstünü örtmek için ve ucuz bir numaradır.
Oynanan oyun Boşnak vatandaşlarımızı bile isyan ettirmiş ve “Bizim ne suçumuz var ki, Boşnakça yayın yapılıyor. Biz bu ülkenin vatandaşlarıyız, Türküz” demişlerdir.
Görüldüğü gibi anadilde yayın talebi Türkiye’de yaşayan farklı etnik unsurların değil, AB ve PKK’nın talebidir. Bunu gören Boşnak vatandaşımız işte bundan isyan ediyor.
Türk insanı Türkçenin dışında bir yayın istemiyor. Vatandaş bunun bölücülük olduğunu görüyor. Ama Deniz Baykal da, Mehmet Ağar da, Nesrin Nas da bu uygulamadan korkmamak gerektiğini, farklı dillere ve kültürlere hoşgörü gösterilmesini buyuruyorlar.
Alışmamız gerekirmiş böyle şeylere...
Siyaset kurumunun sağıyla soluyla nasıl bölücü AB sürecine uyum sağladığını bir kez daha görüyoruz.

Kürtçe yayın anayasaya aykırı

Türkiye Cumhuriyeti anayasasının üçüncü maddesinin ilk paragrafı şöyledir: “Türkiye devleti ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” Bu madde anayasanın değiştirilemeyecek maddelerindendir.
Ancak bu madde bugün çiğnenmekte, anayasa delinmektedir. Devlet, resmi dili olan Türkçe dışında hiçbir dilde yayın yapamaz. Mevcut uygulamanın anayasada dayanağı yoktur.
Dil ile ülkenin bütünlüğü arasındaki kopmaz bağ anayasaya bu şekilde geçmiştir. Bu madde iktidarı o kadar rahatsız etmektedir ki, Abdullah Gül’ün başında bulunduğu devlet bakanlığına ait bir birim, anayasanın 3. maddesinin insan haklarına aykırı olduğunu açıkladı.
AB’den randevu tarihi alabilmek için anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeleri devlet bakanlığı tarafından insan haklarına aykırı bulunabiliyor. Ne günler yaşıyoruz!
Her etnik unsura önce dil, sonra özerklik ve devlet vermek herhalde insan haklarına en uygunu?
Ulusal devletimizin ve ülkemizin parçalanıp biz Türklerin İç Anadolu’ya hapsedilmesi herhalde en demokratik yöntem!
Türkiye gibi Batı ülkeleriyle karşılaştırıldığında en homojen bir topluma ve ulusa sahip bir ülke mozaikçilik adı altında parçalanmak istenirken Batı ülkeleri kendi ülkelerindeki azınlıkları yok sayıyorlar.
İşte Almanya İçişleri bakanı Otto Schily’nin Türklerin Almanya’ya uyumu konusunda söyledikleri: “En iyi uyum asimilasyondur. Her dili destekleyemeyiz. Ayrıca böyle birşey kaosa sürükler. Ben birinci dili Türkçe olan homojen bir Türk azınlığı istemiyorum. Türkler bizim kültür alanımızda büyümeli. Anadilleri Almanca olmalı”
İşte bize ulusal bütünlüğü etnik parçalara ayırmayı dayatan AB üyesi Almanya’nın, Almanlıkla hiçbir ilgisi olmayan Türk azınlığa yaklaşımı.
Unutmayalım, Kürtler, Çerkezler, Boşnaklar, Lazlar vs. azınlık statüsünde değildir. Onlar Türk milletinin parçalarıdır. Lozan Antlaşması’na göre ülkemizdeki azınlıklar yalnızca gayrımüslim Ermeni, Rum ve Yahudi topluluklarıdır. Onlara azınlık statüsündeki hakları, gereğince verilmektedir. Ancak Batı, Türkleri asimile etmek istemektedir, hem Avrupa’da hem kendi topraklarımızda.

PKK’nın ikinci zaferi: DEP’liler serbest

TÜRKSOLU’nda AKP iktidarının daha birinci yılı dolmadan şu tespiti yapmıştık. Türkiye bir kuşatma altındadır: Dışarıdan ABD ve AB, içeriden AKP ve PKK. Bu kuşatma, kuşatmayı yaracak kuvvetler etkisiz hale getirildiğinden öylesine güçlenmiştir ki, teröristlerle işbirliği yapanlar, teröristbaşından emir alanlar serbest bırakılmaktadır.
Öyle acınacak bir durumdur ki yaşanan, Ankara 1 Nolu DGM üzerindeki tüm baskılara direnerek bölücü sanıklara 15 yıl ceza vermişti; Yargıtay 9. Dairesi ise daha cezaları dolmamışken tahliyelerine karar verdi.
Adliye kurumu, AB sürecine ve iktidarın dayatmalarına dayanamayıp teslim oldu. Yargıyı önünde engel gören iktidar zorla ya da ikna ile istediklerini elde etmektedir.
Salıverilen DEP’li eski milletvekillerinin aileleri ve bölücüler bayram ederken, şehit aileleri ve tüm Türk milleti kan ağlıyor. Çünkü, teröristbaşı Apo, Leyla Zana’ya TBMM’de Kürtçe yemin şovunu yapma fikrini verdiğini itiraf etmişti.
Ayrıca Leyla Zana, şu anda PKK/KONRGRA-GEL’in başkanlığını yapan eski DEP milletvekili Zübeyir Aydar ile birlikte Sedat Bucak’ı ziyaret edip PKK’ya yardım ve “genel sekreterim” diye hitap ettiği Apo ile görüşmesini istediğini açıklamıştı.
PKK’nın üst düzey yöneticileri oldukları aleni olan bu insanlar şu anda sokakta geziyorlar. “Kardeşlik” ve “halkların kardeşliği” için mücadeleye devam edeceklerini de açıkladılar. AB ve ABD temsilcileri Türkiye’yi ve salıverilenleri alkışlıyorlar.
Hükümet ve muhalefet milletvekilleri de sevinçli. Bir demokrasi ayıbı temizlendi ve AB yolu açıldı diye! Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Türkiye’nin üzerine düşeni yaptığını, şimdi sıranın başkalarında olduğunu açıklıyor. Biz de bir kez daha görüyoruz, AB’ye yaranmak için PKK’ya teslim olduğumuzu.
DEP’lilerin serbest bırakılmasına tepkileri izleyin gazetelerden. TBMM Başkanı Arınç’tan Murat Karayalçın’a, Abdullah Gül’den Cemil Çiçek’e pekçok siyasetçi olayı sevinçle karşılıyor. Ama en ilginci borsanın bu gelişme üzerine yükselişe geçtiği haberi. Demek ki, Apo Başbakan olsa, borsa tavana vuracak, ekonomimiz çoşacak!

DEP’lilerden sonra sıra Apo’da

DEP’li eski milletvekillerinin bırakılmasından sonra PKK’nın ikinci hedefi Apo’nun affedilmesidir. Yok daha neler demeyin. 5 yıl önce TRT’nin Kürtçe yayın yapacağını, Leyla Zana’nın salıverileceğini, Abdullah Öcalan’ın günlük bir gazetede yazılarını rahatça yazabileceğini, PKK bayraklarının açıldığı konserlere ünlü sanatçılarımızın katılıp Kürtçe konuşacağını ve şarkı söyleyeceğini düşünür müydünüz?
Apo’nun salıverilmesine adım adım yaklaşılmaktadır. Bazı AB ülkelerinin milletvekilleri Apo’nun Meclis’e girmesini arzu ettiklerini açıklamamışlar mıydı? Zaten hukuki olarak da af çıkması halinde Apo’nun salıverilmesi mümkün.
Hukukçu Doç. Adem Sözüer, bu durumu şöyle açıklıyor: “Öcalan’ı binlerce insanın öldürülmesinden sorumlu tuttuk, ama ona tek bir ceza verildi. Yarın öbür gün af çıkarsa tek bir ceza aldığı için çıkacaktır.”
Sözüer, ayrıca PKK’yı yabancı ülkeler destekliyor dememize rağmen, bu ülkeler veya kişilerle ilgili hiçbir şey çıkmamasına dikkat çekiyor. Çünkü eğer böyle bir bağlantı ortaya çıksaydı, Türk vatandaşı gidip o ülkeye dava açabilirdi, sen benim ülkemde bu örgütü destekleyerek bu kadar insanın ölümüne sebep oldun diye.
Kulağa çok hoş geliyor, ama bu iradeyi gösterebilmek için öncelikle AB Uyum Süreci’ni reddetmek gerekir -ki Türkiye’de henüz böyle bir babayiğit çıkmadı. Başka ülkeleri dava etmeyi bırakın, elimizdeki teröristleri cezalandırmıyor, ödüllendiriyoruz.

Verilen tavizler terörü bitirmez, azdırır

Son ödünlerimizi 9 Haziran’da verdik. Kimi safdiller, kültürel hak denilen uygulamanın Kürtlerin kopmasını önleyeceğini ve “kardeşlik ortamı”nın sağlanacağını iddia ediyorlar.
Kardeşlik, ortaklıklar öne çıkartılarak sağlanır, ayrılıklar değil. Sen adama ayrı bir dilin var, ayrı bir kültürün var, ayrı bir milletsin dersen, o da doğal olarak ayrı bir milletsem niye sana tabi olayım, der.
Etnik ayrımcılığa prim vererek onu yok edemezsin, tersine güçlendirirsin. Yaşanan budur. Yıllarca PKK’nın “kültürel haklar” için mücadele yürütmesi boşuna mı?
Emperyalizm, parçalamak istediği ulus-devletleri kendi içindeki etnik unsurları kışkırtarak “ulusal mücadele” yaratır. Bu süreçte belirleyici olan ayrı bir dil ve kültürün ortaya çıkarılmasıdır.
Dünyanın neresine giderseniz gidin bölücü hareketler, son aşamaya varmadan bölünme taleplerini dile getirmezler. Öncelikle kültürel haklar, sonra özerklik ve bağımsız devlet. PKK adım adım hedefine ilerlerken kültürel haklara önem vermektedir.
Ancak bu sadece bir aşamadır. Kürtçe dil kursları açılmasına izin verilir, PKK afişlerinde “Kürtler bir dersanelik halk değildir” yazar. Televizyonda Kürtçe yayın başlar, bunların sloganı: “Kürtçe 45 dakikalık bir dil değildir.”
Emin olabilirsiniz, bundan sonraki sloganları Kürtler vatansız kalacak bir millet değildir” olacaktır. Ve vatandan kastedilen toprakların kanla aldığımız bizim vatanımız olduğunu sanırız hatırlatmaya gerek yok.

Bölücü terör hortladı


PKK, yalnızca AB’nin desteğiyle kültürel haklar mücadelesi vermiyor. Dağdaki terörist kadrosunu koruyan örgüt, Apo’nun talimatıyla yeniden silahlı eylemlere başladı.
Örgüt Mayıs ayında aldığı bir kararla yeniden PKK ismini kullanma kararı aldı. Bilindiği gibi önce KADEK, daha sonra da KONGRA-GEL ismini kullanıyorlardı.
Ülkede öyle bir hava estiriliyor ki, sanki PKK bir terör örgütü değil, bir siyasi parti. Örgütün başkanlığını yürüten Zübeyir Aydar, gazetelere demeç veriyor. Belçika’ya gidip, AİHM’de Apo’nun duruşmasını izliyor. KONGRA-GEL’i terör örgütleri listesine aldığını ilan eden Avrupa ülkelerinde bu adam rahatça dolaşıyor.
Apo da sanki bir katil değil, bir “aşk filozofu”; kadın ruhu üzerine yazılar yazıyor. Öyle rahat ki katiller, başları cezaevinde aşk felsefesi yaparken bunlar kongreler topluyorlar, yeni eylem planları hazırlıyorlar.
Bir ay önce yeni terör saldırılarının artacağını, “barışçı ve demokratik yol” geçici bir taktik olduğunu yazmıştık. Kürtlere verilen anadilde eğitim, anadilde yayın gibi haklar bölücü teröre darbe indirmeyecek, tersine güçlendirecektir.
Çünkü bir kere bu hakları(!) vererek onların zeminine girmiş oluyorsunuz. Kozlar onların elinde. Dağdaki kadrolarını güçlendiren örgüt bir yandan demokratik haklar altında Türkiye’den tavizler kopartırken, bir yandan da terör silahını kullanacaktır.
Medyaya pek yansımasa da son bir aydır terörist saldırıların artması bunu gösteriyor. Yeniden şehit cenazeleri kaldırıyoruz. Ancak basın bunları masum göstermek için bu saldırıları değil, Leman Sam’ın Diyarbakır konserini haber yapıyor.

“Barış ve Halkların kardeşliği için uzlaşma ” diyenlere sunulur:

9 Mayıs: Diyarbakır’a bağlı Lice’nin Dernek köyü kırsalında yola döşenen mayının patlaması sonucu 2 askerimiz şehit oldu.
12 Mayıs: Hakkari Çukurca’da askeri aracın mayına çarpması sonucu 2 asker şehit oldu, 3 asker yaralandı.
18 Mayıs: Siirt Pervari’de polis noktasına düzenlenen saldırıda 1 polis ve 1 gardiyan şehit oldu.
20 Mayıs: Tuncelinin Hozat ilçesindeki çatışmada 1 asker şehit düştü.
23 Mayıs: Hakkarinin Yüksekova Şemdinli yolu çıkışında polis noktasına düzenlenen saldırıda üç polis yaralandı.
25 Mayıs: Tunceli Çemişgezek’te meydana gelen çatışmada 1 asker şehit oldu.
2 Haziran: Diyarbakır’da pusuya düşürülen askerlerimizden ikisi şehit oldu.
3 Haziran: Tunceli’de kurulan pusuda iki askerimiz şehit düştü.
7 Haziran: Bingöl Yaylıdere’ki çatışmada 4 er yaralandı.
Bir ayrıntıyı verelim, Bingöl’de 4 askerimizin yaralandığı çatışmanın olduğu gün şarkıcı Leman Sam Diyarbakır’da PKK bayrağı taşıyan ve “Biji Apo” diye bağıran müzikseverlere(!) barış şarkıları söylüyordu.
Verilen tavizlerin terörü bitirdiği değil, daha da şımarttığı ortadadır. Apo, İmralı’dan örgütü yönetmeye devam ediyor ve 1 Haziran’dan itibaren “ateşkes”in sona erdiğini buyuruyor.
Kürtçe yayının başladığı ve DEP’lilerin salıverildiği gün Apo, avukatları aracılığıyla “Kürt sorununun çözülmesinin gerektiği, çözümsüzlük ve imha temelli yönelimler karşısında PKK’nın kendisini meşru savunma temelinde savunacağını, bunu da bölgedeki tüm güçlerin bilmesi gerektiği” tehditini savurdu. PKK’ya verilen tavizler onları daha da cesaretlendirmektedir.

PKK, ABD Himayesine giriyor

PKK’yı cesaretlendiren bir diğer etken ise ABD’dir. Irak saldırısından sonra Ortadoğu’da inisiyatifini arttıran ABD, Talabani ve Barzani’den sonra PKK’yı da denetimi altına almak için çalışırken, PKK da ABD’nin kurduracağı Kürt devletinin asıl unsurunu oluşturmak istiyor.
PKK yıllardan beri asıl olarak Avrupa ülkelerine dayanıyordu. Bugün ise örgüt içinde ABD ile ilişkileri geliştirerek ona yaslanma politikasını savunan ve Barzani hareketinin parçası olmayı kabul edebilecek bir kesim var. Her ne kadar bu grubun başını çeken Osman Öcalan ve Nizamettin Taş tasfiye edildiyse de, genel olarak AB karşısında ABD’nin güç kazandığını görebiliriz.
PKK, sadece Türkiye ile sınırlı bir örgüt olmak istemiyor. O yüzden ABD ile ilişkilerini geliştiriyor. ABD de PKK’yı tüm Ortadoğu’da kullanabileceği acil bir müdahale gücü olarak değerlendirmek istiyor. PKK’nın kendi güdümüne girmesi aynı zamanda AB’nin bölgede inisiyatifi sona erdireceği için de ABD, PKK ile özellikle ilgileniyor ve diğer Kürt örgütleriyle temasında yardımcı oluyor.
PKK ise AB’ye daha çok sözde kültürel haklar için yanaşırken, operasyonel hareketler için ABD’ye yanaşıyor. Bu yakınlaşma 7 Haziran tarihinde DEHAP İstanbul İl Başkanı Cemal Kavak’ın ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nu ziyaretiyle resmiyet kazandı. Kavak, yaptığı açıklamada “politika departmanından Alicia Allison ile 1 Haziran’da PKK’nın Türkiye’ye karşı akteşkesi bozma açıklaması ve Irak’ta yaşanan son durumla ilgili görüş alışverişinde bulunduklarını” söyledi.
ABD, geçtiğimiz ay da Güneydoğu bölgesi belediye başkanlarını ağırlamış ve Irak’taki diğer yöneticilerle tanıştırmıştı. 28 Mayıs tarihinde ABD Dışişleri bakanlığında düzenlenen bir toplantıda da Kerkük’ün Kürtlere bırakılması ve Kürt devleti konusunda AKP hükümeti ile TSK’nın neler düşüneceği tartışıldı. Bu toplantıda PKK’nın başı ile görüşme talebinde bulunan bir öğretim üyesinin dışında üçü Yahudi asıllı dört uzman bulunuyordu.
PKK, göreceğiz önümüzdeki dönemde, Ortadoğu çapında kurulacak Büyük Kürdistan devletinin kurulmasında önemli operasyonel roller üstlenecek. PKK yalnızca Türkiye ile sınırlı bir örgüt olmaktan öte ABD’nin acil müdahale gücü misyonunu üstlenecektir.
ABD, Irak’ta zor günler geçiriyor, ancak İran ve Suriye’de kendi kuklası Kürt örgütlerini kullandı. Suriye’nin Kamışlı kazasındaki isyan doğrudan ABD ajanlarınca idare edildi. Kürtler, “Canımız, kanımız sana feda Bush” diye bağırıyorlardı. İran’da da İran polisiyle çatışan PKK’lıların ABD desteğiyle oraya sızdıkları biliniyor.
Kürtler, kendilerini dört bölgeye yayılmış olarak tanımlıyorlar ve birlikte hareket etmenin organlarını oluşturuyorlar. 5 Haziran’da yapılan Kürdistan Ulusal Kongresi Olağanüstü Kongresi(KNK)bu amaçla toplandı. KNK’nin başkanı İsmet Şerif Vanlı, Suriye Kamışlı’daki ayaklanmanın yeni bir başlangıç olduğunu ve Suriye’deki partilerin birlikteliğinin diğer ülkelerdeki örgütlere de örnek olacağını söyledi. Kamışlı’daki ayaklanmaya hem Türkiye’den hem de Irak’tan PKK ve Barzani’nin örgütlediği Kürtler katılmıştı.
Bugün Kuzey Irak’ta fiili olarak bir Kürt devleti var. Bu devlet ABD’nin himayesinde ve Barzani’nin kontrolünde. Türkiye inisiyatifi tamamen kaybetmiş durumda. Öyle ki Irak’a giden Türk kamyonları Barzani’nin KDP’sine haraç ödüyorlar. KDP, bu şekilde yılda 250 milyon doların üzerinde gelir elde etti.
Türkiye’nin bu durumdan kurtulmak için Irak sınırındaki Ovaköy sınır kapısını açma girişimini ABD engelledi. İki ay önce Habur’a alternatif olarak açılması planlanan sınır kapısı için ABD oyalama taktiği izleyerek henüz cevap vermedi.
Bölgedeki üç büyük Kürt örgütü olan Barzani’nin KDP’si, Talabani’nin KYP’si ve Apo’nun PKK’sı ABD’nin gayretleriyle işbirliği yolları arıyorlar. Her üçü de en etkin grup olmak istiyor, kendi içlerindeki tartışmaları sonraya erteleyip, yaşadıkları ülkelere karşı mücadele biçimleri geliştiriyorlar.
Bu Kürt gruplarınca tehdit edilen ülkeler Türkiye ile birlikte İran ve Suriye. Hem İran hem Suriye bölücü teröre karşı sert tavır alırken, Türkiye hep boyun eğiyor. Bu yüzden düşmanları cesaretlenebiliyor. Talabani geçtiğimiz ay Ankara’yı ziyarete geldiğinde kendisini Sırrı Sakık ve Ahmet Türk gibi eski milletvekilleri karşıladılar.

Yok mu bu Devleti Savunacak?

Türk devleti AB Uyum süreci ile aciz duruma düşürüldü. Kendini savunma mekanizması kırılan devlet gitgide küçüldüğünü ve etkisizleştiğini izlemektedir. Türk devleti bir avuç bölücü çapulcunun önünde eğilmektedir. PKK’nın istediği tüm kanunlar geçmektedir. Birçok mevziyi bir daha geri alamamak üzerine kaybetmiş durumdayız.
Artık Kürtçenin bir dil olmadığını kabul etmememizin anlamı yok!.Artık Kürtlerin Türk milletinin unsuru olduğunu söylememiz çok zor! Yakında Kürtlerin bir millet, PKK’nın da ulusal kurtuluş hareketinin örgütü, başı Apo’nun da ulusal kahraman olduğunu kabul edeceğiz. Çünkü Batılılar için öyle. Türkiye devletsiz bırakıldığından olacak bunlar.
Devleti savunacak kimseyi göremediğimizden yazıyoruz bunları. Türkiye göz göre göre parçalanıyor ve bunu durduracak hiçbir güç görünmüyor. Kimi okuyucularımız itiraz ediyorlar, olmaz, diyorlar, devlet olan bitenin farkında, herşeyi izliyor.
Ulusal devleti savunan kurumların ya da kişilerin olan bitenin farkında olmaması mümkün değil. Elbette herşey izleniyor. Türkiye nasıl elimizden kayıyor, hangi hainliklerle ülke bölünüyor. Herşey izleniyor, herşey kaydediliyor. Ancak bu kadar.
Devletin görevi kendisine indirilen darbeleri izlemek değil, engelleyip bertaraf etmektir. Askeriyesinden, yargısına, bürokrasisinden Cumhurbaşkanlığına kadar devletin kurumlarına düşen budur. İzlemek değil, müdahale etmektir.
Yıllarca PKK’ya karşı savaşmış, nice askerini şehit vermiş Ordumuzun komutanları evlerine gittiklerinde televizyon kumandasıyla kanal dolaşırken Kürtçe yayınla karşılaşınca ne hissedecekler?
Ya da birçok terörist saldırının talimatını vermiş bölücü elebaşlarının televizyonlarda siyaset yaptığını, oy istediğini görünce vicdanları sızlamayacak mı? Binlerce şehit ailesine nasıl hesap verilecek? Binlerce şehidin kemikleri sızlamayacak mı?
Türk devleti elbette soylu bir devlettir, köklü bir devlettir. Güçlü bir geleneğe sahiptir. Kendini koruyacaktır. Ancak AB Uyum Süreci’ne ve ABD müttefikliğine dur diyecek bir babayiğit çıkmazsa, milletinin gücünü cesaretle kullanacak bir irade çıkmazsa Türkiye büyük bir felaketi yaşayacak ve kutsal vatan topraklarımız kan dökmeden elimizden gidecek.


 
 
..