13 Nisan 2013 Cumartesi

Pusula - PKK-Atina Bağlantısı

Pusula - PKK-Atina Bağlantısı

10.07.1995

BELGESELİ HAZIRLAYAN
SAYIN MİTHAT BEREKET E TEŞEKKÜRLER EDERİM...

İZLE; 
Pusula - PKK-Atina Bağlantısı - 10.07.1995 - Dailymotion video







..

Sadettin Tantan Anlatıyor Pusula -(25 Nisan 2000) - Dailymotion video

Sadettin Tantan Anlatıyor Pusula -(25 Nisan 2000)


TERÖR, KARA PARA, İŞKENCE, POLİS, İÇİŞLERİ BAKANI,YOLSUZLUKLAR,




Sadettin Tantan Anlatıyor Pusula -(25 Nisan 2000) - Dailymotion video




..

2008 de SÖYLEDİK SÖZÜMÜZ SÖZ YERİNE GETİRECEGİZ TERÖRÜ BİTİRECEK TEK ÇÖZÜM ! - Dailymotion video

ÜLKEYİ KENDİNİ BESLEYEN EFENDİ KONUMUNA GETİRECEGİZ '' TARIM VE KOBİLERE DESTEGİ BİZ VERECEGİZ


İZLE;

2008 de SÖYLEDİK SÖZÜMÜZ SÖZ YERİNE GETİRECEGİZ TERÖRÜ BİTİRECEK TEK ÇÖZÜM ! - Dailymotion video






...

2009 DA SURİYEDE VE IRAKTA Kİ PKK YA NASIL AF GETİRİLDİ.. - Dailymotion video

2009 DA SURİYEDE VE IRAK,TA Kİ PKK YA NASIL AF GETİRİLDİ..


İZLE.;
2009 DA SURİYEDE VE IRAKTA Kİ PKK YA NASIL AF GETİRİLDİ.. - Dailymotion video




..

11 Nisan 2013 Perşembe

Bir Babadan Mektubunuz var...


 
Bir Babadan Mektubunuz var...

 



SAGIR SİYASET & KÖR POLİTİKA

Sayın Başbakanım....

Bir babadan Mektubunuz var...
Okumama Müsade ediniz..


SAYIN BAŞKANIM..

Birbirinden başarılı iki oğul babasısınız. Oğlunuz Burak alnının
teriyle genç yaşta gemi aldı. Diğer oğlunuz Bilal, Dünya Bankası'ndaki
başarılarıyla stratejik ortağınız Amerikan başkanı Bush'un bile
iltifatlarına mazhar oldu. İkisi de pırlanta gibi, Allah bağışlasın.


Demem o ki, bir evlat nasıl yetişir, bir baba evladına baktığında nasıl

içi titrer, nasıl burnunun direği sızlayarak sever biliyorsunuz...


Ama oğlu ertesi gün askerlik kurası çekecek bir baba o geceyi nasıl

geçirir, Güneydoğu'yu çeken oğlunu otobüse nasıl bindirir, 15 ay
boyunca geceyi gündüze nasıl ekler, saat başı haberlerini nasıl içi
içini yiyerek seyreder, telefonda konuştuğunda "Operasyona gidiyoruz,
hakkını helal et baba" diyen oğluna ne cevap verir, bilmiyorsunuz.


Çünkü dediğim gibi oğullarınızdan biri armatör oldu. Güneydoğu'da deniz

yok, Atatürk Barajı da oğlunuzun gemisi için pek küçük kalır, yakışık
almaz. Yani Burak güvende. Allah bağışlasın.


E diğer oğlunuz Bilal de dediğim gibi Dünya bankası'ndaydı. Şimdi ise

Dünya Bankası her nedense sözleşmesini yenilemediği için The Brooking
Institution'da. İşi düşünce üretmek olan bu kuruluş da geçenlerde
Diyarbakır'ın belediye başkanı Sayın !!!! Osman Baydemir'i ağırlamıştı,
hatırlatırım. Yani sözün kısası Bilal de Washington'da, güvende. Allah
bağışlasın.


O yüzden de "Artık şehit cenazeleri görmek istemiyoruz" diyen bir

vatandaşa gönül rahatlığıyla "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir,
canım kardeşim" diyebiliyorsunuz.


Ben de artık şehit cenazeleri görmek istemeyenlerdenim, bu yüzden ben

de sizin "Canım kardeşim" diye hitap edebildiklerinizdenim. Can
kardeşliğin verdiği samimiyet hissiyle, olanca içtenliğimle merak
ediyorum.


Sayın Başbakan, 5 ayda verilen 50 şehidin ardından, "Askerlik yan gelip
yatma yeri değildir" dediğiniz için; şehitlere "kelle" dediğiniz için hiç
mi utanmıyorsunuz?


Bırakın politikaya devam etmeyi, meydanlarda büyük büyük laflar etmeyi;
hala nasıl sokağa çıkabiliyorsunuz?


Artık neredeyse her gün kalkan cenazelerde o kadar kişi tek bir ağızdan

sizi ve bakanlarınızı yuhalarken ne hissediyorsunuz? Yani mesela, "Yan
gelip değil, can verip yattılar" diye bağırırken binlerce kişi, "Yer
yarılsa da içine girsem" diyebiliyor musunuz?


Orada, şehitlerin cenazesinde, Ajan Smith gözlüklerinizle gizlerken

yüzünüzü, neye daha çok üzülüyorsunuz? Şehitlere mi, düştüğünüz
hale mi?


İktidarınızın ilk günlerinde terör sıfırken dört buçuk yılın sonunda

gelinen durum nedeniyle hiç mi suçluluk duymuyorsunuz?


Şimdi sürekli "şehitlik üzerinden siyaset yapmayın" diyorsunuz ya

meydanlarda. Peki, o zaman tam seçim arifesinde niye şehit aileleri ile
gazilere TOKİ aracılığıyla kurasız ucuz konut veriyorsunuz? Bu durumda
asıl siz şehitler üzerinden siyaset yapmış olmuyor musunuz?


Sayın Başbakan, bir baba olarak soruyorum size. Aynaya baktığınızda ne

görüyorsunuz? Akşam yastığa başınızı koyduğunuzda uyuyabiliyor musunuz?
Kelle deyip geçtiklerinizin ahından korkmuyor musunuz? O mağrur, çocuk
bakışlı erler, onların babasız evlatları, anaların ağıtları, babaların
"Vatan Sağ olsun" derken titreyen dudakları hiç mi rüyanıza girmiyor?


Bir "canım kardeşiniz" olarak olanca samimiyetimle soruyorum. Bu kadar

sevilmemek nasıl bir duygu Sayın Başbakan?



Ha, bu arada. Bir oğlunuz, Bilal, hani stratejik ortağınız Bush'un

iltifatlarına mazhar olan, askere gitmedi. Diğeri, Burak, hani alnının
teriyle gemi alan ise çürük raporu almış. Askerlik yapmayacakmış.



Ne diyeyim. Bilal de, Burak da pırlanta gibi çocuklar. Allah

bağışlasın.


Not Alıntıdır..

Suu79 ..Teşekkürlerimizle..

..


9 Nisan 2013 Salı

ÇELİŞKİLER ÜLKESİ OLDUK.. İŞTE HARMANLANMIŞ GERÇEKLERİMİZ.. | EY – VATAN

ÇELİŞKİLER ÜLKESİ OLDUK.. İŞTE HARMANLANMIŞ GERÇEKLERİMİZ.. | EY – VATAN






http://www.youtube.com/watch?v=BEARDB3cjiE&feature=player_embedded





ÇELİŞKİLER ÜLKESİ OLDUK.. İŞTE HARMANLANMIŞ GERÇEKLERİMİZ.. | EY – VATAN


..

Asın hepsini,

“Asın hepsini!”


Utku Erişik
08.10.2007/Sayı:157



“İstanbul’a bu amaçla tamamen özel olarak geldim. Eğer gelmeseydim bu sonsuzluğa göçen büyük insanın önünde ağlamasaydım, bu sonsuz ayrılığa katlanamazdım. Ona saygı görevimi yapabilmek için İstanbul’a geldim. Gelir gelmez saraya gittim. Büyük arkadaşımın tabutu önünde durdum, eğildim, ağladım.” Bir adam, şanına şöhretine aldırmadan neden İstanbul’a bir tabut önünde eğilip ağlamak için gelsin ki? “Çünkü o büyük insan, yalnız Türkiye için değil, bütün Doğu milletleri için de en büyük önderdi.” O halde, hoş geldin o yılların onurlu insanları arasına, Afganistan Kralı Emanullah Han...


“Asın hepsini!”


Memleketin haline bak! Saç baş yoldurtan bir cehalet bu… Geceyi olabildiğince uzatan, güneşi silikleştiren bir giz, bir gizem… Bir bebeğin ilk kahkahası ile hüzünlenen bir yaşama bıkkınlığı, evde ocakta huzurunu yitirmiş bir “ah vah” çılgınlığı, bir tersine ilerleyiş, koşar adım bir batış, somurtan bir yılgınlık bu…
Ulusça umutla gülümsediğimiz günlere ne oldu?
Gelin, binelim şu harflerin çektiği, sözcüklerin götürdüğü trene… Hadi, 8 Temmuz 1919’un ilk saatlerinde Erzurum’a girelim birlikte…
Mustafa Kemal, Mazhar Müfit Kansu’ya -şimdilik- gizli kalması koşuluyla birkaç not yazdırmaktadır. Bir anı defterinin içine karalanan bu üç-beş satır, o an düşmana cephe cephe tekme indirmeye hazırlanan koca bir ulusun kurtuluştan sonraki yol haritasıdır. Dikkat ediniz, Milli Mücadele tam anlamıyla başlamamıştır henüz; savaşın sonucu bile belli değildir. Bir “deli” çıkmış, sanki kazanmışız gibi, tutmuş bir de kurtuluştan sonra yapacaklarımızı anlatıyor! Bu nasıl bir inançtır böyle!
Unutmadan söylemeli, bu tarih aynı zamanda O’nun askerlikten ve tüm resmi görevlerinden istifa ettiği tarihtir. Yani, hem asker bile değilsin artık, hem de Erzurum’dan yeni bir ülkeye dair notlar düşürüyorsun arkadaşına. Tam deli!
Mazhar Müfit, yazmaya başlar:
“Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir.”
Karıştıralım yakın tarihimizin arşivlerini; bakalım, şimdiki “bir numara” ne demişti:
“Cumhuriyet döneminin sonu gelmiştir.”
Mustafa Kemal, Mazhar Müfit’e yazdırmayı sürdürür:
“İki: Padişah ve hanedan konusunda zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır.”
Peki şimdiki “iki numara” ne demişti?
“Ağabeylerimiz sürekli yanlış yapıyor. Şimdiye kadar, ‘kol kırılır yen içinde kalır’ diyorduk. Bundan sonra demeyecek, tedavi edeceğiz. Partimiz bellidir. Zamanı gelince gereken şeyler yapılır.”




Bağımsızlık mücadelesi verirken tutuklanan adamların cezaevindeki şenliğine katılmak ister misiniz? Evet dört duvar arasında, bu mahkûmları bu denli sevindirecek ne olabilir ki? Hayır, af değil… (Emperyalizm affetmez, unutmayın.) Mustafa Kemal’in ardına düşüp, kendini esir eden duvarların dördünü de parçalamayı başaran Türk Ulusu için sevinmektedir Hintli mahkûmlar… “Kemâl Paşa’nın Türkiye’yi yabancı egemenlik ve nüfusundan kurtarmak için giriştiği çaba ve mücadeleyi hapishanede izliyorduk. Büyük zaferin haberini hapishanede duyduğumuz zaman buna nasıl sevinip, nasıl kutladığımızı unutamam. Sonraları onun devrimlerini okuduk. O zaman bizlerin bu devrimlerin bir tekini bile değerlendirmesi imkânsızdı. Kemâl Paşa’nın giriştiği bu çabayı takdirle karşıladım. O’nun dinamizmi, yılmak ve yorulmak bilmezliği insanda büyük bir etki yaratıyordu.” O zaman sana da selam olsun, ilk anti-emperyalist savaşın verildiği ve ardından gericiliğin tepelendiği bu topraklardan, Hindistan Başbakanı Cavaharlal Nehru…


O günkü partisinden “yenilikçi hareket” olarak ayrılacaklarının konuşulduğu günlerde bugünkü iki numara, bugünkü padişah ve hanedanlığının müjdesini böyle vermişti. Şatafatlı bir genel merkez binası içine padişahlara layık bir genel başkan odası ile padişah misali “sonsöz benim”ciliğe soyundu sonra. Hanedan, halen genişlemekte… Ankara’yı kuşatmış durumda. İşte onun “gereken şeyler”i, Mustafa Kemal’in ülkedeki emperyalist işgale rağmen yaptıklarını yok etmek üzere bir adres değişikliği ve yeni bir tabelaydı…

Mustafa Kemal, Mazhar Müfit’e yazdırdı yine:

“Üç: Kadınların örtünüp kapanması kalkacaktır.”
Şimdiki “üç numara” ne demişti?

“Türban olmasın da, ne olsun? Ben bunu soruyorum.”
Şu tespiti çok açık bir şekilde yaparak devam edelim:
Mazhar Müfit’in yaklaşık 3 yıl boyunca saklayacağı bir sır olan şu 3 madde, onun daha yazarken “hayalperest” olduğunu söylediği Mustafa Kemal’in yapacağı devrimin ilk 3 basamağıdır. Bugünkü “değiştim” numaracılarının, bu ilk 3 adımda bile nasıl tökezlediklerini ve zihniyet olarak bu temelle nasıl çeliştiklerini apaçık görüyoruz.

Emperyalizmin Türkiye’de oynattığı saklambaç oyununda, 85 yıldır bir yerlerde gizlenen ve semiren kaç tane yeşil yılan varsa, hepsi bugün memleketin orta yerinde yekvücut halinde varlığını hissettirmektedir. Sobelenen herkes, “Şimdi ne olacak?” şaşkınlığı içinde debelenmekte. Yanıtını ise sağolsun yine emperyalizm vermekte:

“Sen bilirsin… İster İran, ister Afganistan? Peki ya Malezya’ya ne dersin?”

“Mustafa Kemal olsaydı, bu soruya ne yanıt verirdi?” diye hiç düşünmedim bile. Bu soru hiç sorulamazdı zaten! Ya da Malezya’da emperyalizm güdümlü gericiliğe karşı nasıl bir Milli Mücadele verilmesi gerektiğini anlatır, Şeriata teslim edilen o doğu ülkesinde “Acaba biz Türkiye Cumhuriyeti olur muyuz?” sorusunu sordurtarak ışığını oraya gösterirdi!...
Geriye dönelim yüzümüzü…
Ailesiyle birlikte otururken, radyodan Mustafa Kemal’in ölüm haberini alır almaz şaşkınlıktan ve üzüntüden donakalan bir adam, “Çocuklarım, siz kalınız. Ben gidip Büyük Ata’nın kaybı karşısındaki elem ve üzüntülerimi O’na kendi huzurunda belirtmek istiyorum.” diyerek apar topar bavulunu hazırlayarak evden ayrılır.
“İstanbul’a bu amaçla tamamen özel olarak geldim. Eğer gelmeseydim bu sonsuzluğa göçen büyük insanın önünde ağlamasaydım, bu sonsuz ayrılığa katlanamazdım. Ona saygı görevimi yapabilmek için İstanbul’a geldim. Gelir gelmez saraya gittim. Büyük arkadaşımın tabutu önünde durdum, eğildim, ağladım.”
Bir adam, şanına şöhretine aldırmadan neden İstanbul’a bir tabut önünde eğilip ağlamak için gelsin ki?
“Çünkü o büyük insan, yalnız Türkiye için değil, bütün Doğu milletleri için de en büyük önderdi.”
O halde, hoş geldin o yılların onurlu insanları arasına, Afganistan Kralı Emanullah Han...
Doğunun bir başka ülkesine geçelim hemen…
Bağımsızlık mücadelesi verirken tutuklanan adamların cezaevindeki şenliğine katılmak ister misiniz? Evet dört duvar arasında, bu mahkûmları bu denli sevindirecek ne olabilir ki? Hayır, af değil… (Emperyalizm affetmez, unutmayın.) Mustafa Kemal’in ardına düşüp, kendini esir eden duvarların dördünü de parçalamayı başaran Türk Ulusu için sevinmektedir Hintli mahkûmlar…
“Kemâl Paşa’nın Türkiye’yi yabancı egemenlik ve nüfusundan kurtarmak için giriştiği çaba ve mücadeleyi hapishanede izliyorduk. Büyük zaferin haberini hapishanede duyduğumuz zaman buna nasıl sevinip, nasıl kutladığımızı unutamam. Sonraları onun devrimlerini okuduk. O zaman bizlerin bu devrimlerin bir tekini bile değerlendirmesi imkânsızdı. Kemâl Paşa’nın giriştiği bu çabayı takdirle karşıladım. O’nun dinamizmi, yılmak ve yorulmak bilmezliği insanda büyük bir etki yaratıyordu.”
O zaman sana da selam olsun, ilk anti-emperyalist savaşın verildiği ve ardından gericiliğin tepelendiği bu topraklardan, Hindistan Başbakanı Cavaharlal Nehru…
Emperyalizmin bize seçenek olarak sunduğu İran ne diyor, son olarak da Tahran gazetesine kulak verelim:
“Atatürk gibi insanlar bir nesil için doğmadıkları gibi belli bir dönem için de doğmazlar. Onlar önderlikleriyle yüzyıllarca milletlerin tarihinde hüküm sürecek insanlardır.”
Yani Atatürkçülük bir nesil için değil, belli bir dönem için hiç değil!





Adımların bittiği, nefeslerin durduğu, seslerin kesildiği yerde; Mustafa Kemal’in askeri olmanın verdiği sorumlulukla, ağzında “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” tekerlemesini sakız etmeden, sözü hiç eğip bükmeden, yobaza selam durmadan, baloda Şeriatla vals yapmadan, dimdik durabilen bir Türk subayı vardır…
Bir de, 42 darağacı!
Mustafa Kemal, emperyalizmle ölüm-kalım savaşı verirken, ulus kendini yine kendi azim ve kararlılığı ile kurtarmaya çalışırken ve tüm Anadolu kan ağlarken, “millicilerin” malına ve kadınına saldırtabilecek denli dinden çıkmış bu hoca takımı, yaptıklarını Yarbay Osman’ın ağzından çıkan şu emirle öder: “Asın hepsini!”

Birilerinin sandığı gibi 1923, 1 Ocak 1924’te biten bir yıl değildir yalnızca. 1923’ten söz açtıkça “geride kalan” değil, “ileriye akan” bir nehiri kastettiğimiz unutulmasın. Türk Devrimi’ni övgüyle selamlayan ve kendi tam bağımsızlık mücadelesi için Söylev’i ders kitabı sayan bazı ülkeler, bugün Şeriatın kestiği parmakları sayıyor. Hem de sanıldığının tam tersine, o parmaklar çok acıyor!
85 yıl önce verdiğimiz Milli Mücadele, İznik Başpiskoposu Vassilios’un “Geride bir tek birey kalmamak üzere Türklerin tümüyle yok olmasını nasıl da isterdim!” sözleriyle amacı özetlenebilecek bir emperyalist işgale karşı verildi.

Neden?

“Köle olmamak için iki kat / iki kat soyulmamak için”
Ortada bir eliyle cebimizdekini alırken, diğeriyle geleceğimizi çalan bir hırsızlar ordusu var… Bir numara, iki numara, üç numara ve diğerleri…
“Mustafa Kemal olsaydı, bu durumda ne yapardı?” diye düşünmedim hiç…
Milli Mücadele sürerken, 6 Ekim 1920’de Kadınhanı ve Ilgın’ı, Konya’da ayaklanma çıkaran Delibaş’tan geri alan Yarbay Osman, Akşehir’den geçerken burada 42 hoca tarafından imzalanmış bir fetva yayımlandığını duyar.
Fetvada, “Milli olmak, sultana karşı ayaklanmadır. Bu durumda olanların malları yağmalanır, karıları cariye olarak alınır, kendileri de yok edilir.” denilmektedir.
Hocalara bak sen! Amma yağma ve cariye meraklısıymış hepsi meğer!
Bu fetvadan aldıkları güçle, ulusalcıların mallarını yağmalayan ve kadınlarına el uzatan bu sözümona sultancılar ve bu dinci yalakalar, şehri yaşanmaz hale getirmişlerdir. (Ey halkım! Ben sadece Yunan’la, İngiliz’le, Fransız’la değil; bu cüppeli şerefsizlerle de mücadele ettim. Unutma bizi!)
Yarbay Osman, Akşehir’e girerek bu fetvayı imzalayıp yayımlayan hocaları toplayarak, onlarla Kuran ve ayetlerin yorumları ile ilgili koyu bir sohbete başlar. Sonra da hepsine güzel bir ziyafet çekerek, askerlerin bulunduğu karargâha davet eder.
Hocalar, “kendilerinden” bir yarbay tanımanın verdiği mutluluk ve heyecanla karargâha girerler. İçeride ilerledikçe, havanın hiç de sandıkları gibi sıcak olmadığını anlarlar. Az ötede onlar için bir “son durak” vardır çünkü…
Adımlar yavaşlar, nefesler derinleşir, sesler azalır…
Adımların bittiği, nefeslerin durduğu, seslerin kesildiği yerde; Mustafa Kemal’in askeri olmanın verdiği sorumlulukla, ağzında “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” tekerlemesini sakız etmeden, sözü hiç eğip bükmeden, yobaza selam durmadan, baloda Şeriatla vals yapmadan, dimdik durabilen bir Türk subayı vardır…
Bir de, 42 darağacı!
Mustafa Kemal, emperyalizmle ölüm-kalım savaşı verirken, ulus kendini yine kendi azim ve kararlılığı ile kurtarmaya çalışırken ve tüm Anadolu kan ağlarken, “millicilerin” malına ve kadınına saldırtabilecek denli dinden çıkmış bu hoca takımı, yaptıklarını Yarbay Osman’ın ağzından çıkan şu emirle öder:

“Asın hepsini!”

Ne demiştik? Mustafa Kemal’in Mazhar Müfit’e yazdırdığı ilk 3 maddedir temelimiz. Bu 3 madde aynı zamanda, yobaza karşı kurulan darağacının 3 ayağı olmuştur ve olacaktır!


http://www.turksolu.org/157/erisik157.htm



6 Nisan 2013 Cumartesi

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli YEMİN EDİYOR TBMM 2011


CHP GENEL BAŞKANI Kemal Kılıçdaroğlu YEMİN EDİYOR


'' CUMHURBAŞKANI SIFATIYLA YEMİNİM ''

YEMİN TÖRENİ....


BAŞBAKANIN YEMİN TÖRENİ....



BAŞBAKANIN YEMİN TÖRENİ....



BAŞBAKANIN YEMİN TÖRENİ....
HATIRLATALIM DEDİK.. ( BUGÜNE UYARLAYIN ARTIK )



http://www.youtube.com/watch?v=F0yK1haUdfk


 




HÜRRİYETİN ELİNDEN ALINMADAN DOĞRU KARAR VERMEK ZAMANI.. - Dailymotion video

HÜRRİYETİN ELİNDEN ALINMADAN DOĞRU KARAR VERMEK ZAMANI..


HÜRRİYETİN ELİNDEN ALINMADAN DOĞRU KARAR VERMEK ZAMANI.. - Dailymotion video


..

1 Nisan 2013 Pazartesi

SELE GİDEN DEVLET

Sele giden devlet


Agah Oktay GÜNER

agahoktayguner@hotmail.com




Biz toplum olarak güzel geleneklerimizi ne yazık ki çok kaybettik. Yabancı seyyahlar hatıralarında gürültüsüz, huzurlu hayatımızdan hayranlıkla bahseder. Mareşal Moltke: “Koskoca Osmanlı ordusunun sabah sessizce toplandığını, uyandığı zaman sadece kendi çadırının kaldığını hayretle ve ibretle anlatır. Sonra der ki; bizim 50 askerimiz yolda yürüseler neredeyse bir saatlik mesafeden gürültülerini duyarız. Osmanlı ordusu, 100 bin askerini tek ses çıkmadan yürütüyor.” Busbeck’ten Pierre Loti’ye pek çok yabancının hatıraları hayranlık tespitleriyle doludur. Bugün ne yazık ki toplu yaşadığımız her yer akıl almaz bir gürültü içindedir. Gürültü; siyaset ve devlet hayatımızı da işgal etmiştir...
Hatırlarsanız AB ile Türkiye arasında imzalanan “Gümrük Birliği Anlaşması” Ankara’da Kızılay meydanında anlı şanlı isimlerin, hükümet temsilcilerinin katıldığı havai fişek törenleriyle kutlanmıştı. Yandaş olmayı gazetecilik sayan medya, AB’ye üye olduk diye sevinç manşetleri atmıştı. Aynı durum; İmralı süreci, terör başının mektubu konularında günlerce süren nutuklar, tartışmalar, gürültüler içinde yaşandı. Oyun çok güzel tezgâhlandı. Önce açlık grevleri başladı, Apo’nun ikazıyla grevler son buldu. Böylece onun terörün çözümünde tek güç olduğu vurgusu yapıldı. Bu arada devletin üst kademe bürokratları hiç şüphesiz Başbakan’ın bilgi ve talimatıyla Apo ile buluşmalara ve görüşmelere devam etti. Gazete sütunlarındaki kalemini kırarcasına yürütülen dalkavukluk yarışı, yetiştirdiğimiz insanların onurunun ne kadar küçük olduğunu gösteren utanç belgeleri olarak yerlerini aldı. Terörbaşının mektupları Kandil’e ve Avrupa’ya gitti. Onlara bilgi veriliyor. Onların onayı alınıyor. Bu arada Apo’nun mektubu bir manifesto gibi kamuoyuna sızdırılıyor. Arkadan Diyarbakır mitingi geliyor. Bu mitinge yine terörbaşı bir mesaj gönderiyor. Meclis’teki temsilcisi okuyor.
Tabloya namuslu akılla bakarsak Öcalan PKK’ya, akıbeti belirsiz bir dışarıya çıkma sloganıyla derlenme, toparlanma zamanı kazandırmıştır. Geniş bir propaganda bombardımanı ile Diyarbakır’daki tablo sağlanmıştır. Buna karşılık bizim siyaset adamlarımız: “Çok yazık, Türk bayrağını göremedik” diyor. Gel de değirmencinin hikâyesini hatırlama! Sel gelmiş değirmeni götürüyor. Karısının elinden tutup yukarı fırlayan değirmenciye kadın: “Herif, dikiş yüksüğüm değirmende kaldı” diye bağırıyormuş. Devletin ciddiyeti, hukuku, haysiyeti, anayasası sele gitmiş, bu efendiler bayrak yok diye hayıflanıyor. Herhalde bayrak sopalarıyla kendi başlarına vuracaklar. Gerçekten bayrağı düşünseler bu rezillikler yaşanır mıydı?
AB meselesindeki hüsranın, bu konuda da yaşanacağı aşikârdır. Terörle mücadelede de çok yanlış yoldayız. Terör, tarihi perspektifle ele alınmalıdır. Terör nereden çıktı? Neden başımıza bela edildi? Bu kuklaları oynatan ipler kimlerin elinde. Önce bu soruları sorup, bunların cevabını almak lazım. Aksi halde kendimizi aldatmaktan öte bir iş yapmış olmayız. PKK’dan önce ASALA vardı. ASALA’nın katilliği, kan içiciliği, gereken yapılınca durdu. Fakat sahne boş kalmadı yerini PKK aldı. Dikkat edersek son 3 aydır DHKP-C’nin eylemleri arttı. Terör örgütünün adı değişir ama terör devam eder. Türkiye’nin teröre karşı başarılı olduğu dönemlerde İran, Irak, Suriye ve İsrail’le yürütülen bilgi, istihbarat alışverişine dayanan verimli bir işbirliğimiz vardı. Hükümetimizin çok başarılı dış politika(!) çalışmalarıyla bu alışveriş bitti yerini hasım, düşman uygulamaları aldı. Dış politikamızın geçmişi gerçeklere dayalı idi. Gazze’yi düşünmek, diğer ülkelerdeki Müslümanlar için acı duymak, onlara derman olmaya çalışmak şüphesiz takdir edilmesi gereken davranışlar. Ancak Kerkük Türklüğünün çilesine bigâne kalmak, Suriye Türklüğüne gözlerini yummak niye?..
Türkiye deprem bölgesindedir ve Türkiye terör bölgesindedir... Depremleri nasıl tabii kabul ediyor tedbir alıyorsak, terörü de öyle tabii kabul edeceğiz ve tedbirini alacağız.
Teröre karşı devletimiz, Büyük Millet Meclis’inde “Milli Bir Politika” tespit etmelidir. Ancak böyle bir politika ile terörün arkasındaki aktörleri tanır, bize kurulan tuzakları anlarız.

http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=26234

..