14 Mart 2019 Perşembe

TÜRKİYE-SURİYE-IRAK-İRAN DÖRTGENİNDE GELİŞMELER

TÜRKİYE-SURİYE-IRAK-İRAN DÖRTGENİNDE GELİŞMELER 




İnceleme  Ortadoğu Analiz 

Aralık’2009 Cilt 1 - Sayı 12 
E. Tümg. Armağan KULOĞLU 
ORSAM Başdanışmanı


Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerine baktığımızda, en radikal değişikliğin bu ülke ile olduğu görülecektir. 

<   Lübnan sorunu, İsrail sorunu, ABD baskısı ve Türkiye’nin gösterdiği kararlı tutumdan dolayı iyice yalnızlaşan Suriye, Türkiye’nin gösterdiği yakınlaşmapolitikasının da etkisi ile “Tehdit Ülke” konumundan, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Yapılan Ülke” konumuna dönüşmüştür.  >


Giriş 

Ortadoğu, Özellikle 100 yılı aşkın bir süreyi kapsayan yakın tarihteki her dönemde önemini gittikçe arttırmış ve dünya politikalarının belirleyicisi durumuna gelmiştir. 

Sovyetlerin dağılmasını müteakip Kafkasya ve Orta Asya’daki gelişmeler sonucunda bu bölgelerin de öneminin ortaya çıkması ile kritik ve  belirleyici sahaların kapsamı genişlemiştir. Ancak Ortadoğu’nun daha eski belirleyici faktör olmasından dolayı zaman içinde bölge üzerinde yaşanan çıkar çatışmalarının yarattığı gerginlik, çatışma ve istikrarsızlıklar Türkiye’yi derinden etkilemiştir. 

Bu yazıda, fazla geçmişe uzanmadan özellikle son 20 yıldır Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki komşu bölgelerde süregelen gelişim ve değişimin sebep ve sonuçları ile Türkiye’nin geleceğine olan etkileri ortaya konmaya çalışılacaktır. Bu noktadan hareketle, ulusal çıkarları gözeterek oluşturulması, planlanması ve uygulanması gereken politika ve stratejilerin tespiti üzerinde durulacaktır. Politika ve stratejileri tespit edebilmek için de, yazının konusu olan dört ülkenin durumları çok özet olarak belirtilecek, Türkiye ile olan ilişkileri analiz edilecek, başta ABD ve İsrail ile iç politikanın ve diğer aktörlerin bölge ve ilişkilerimize olan etkileri değerlendirilecektir. 


Türkiye-Suriye Ekseni 

Anılan ülkeler içinde Suriye ile olan ilişkilere baktığımızda, en radikal değişikliğin bu ülke ile olduğu görülecektir. Hatay ve sınır aşan sular konusunda sürekli gerginlik yaratan bir ülke konumundaki Suriye’nin, Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için PKK terörüne destek verdiği bilinmektedir. Hatta doksanlı yıllarda Ege sorunlarından kaynaklanan gerginlikte Yunanistan’ın da Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için kısmen PKK terörüne destek vermesinin yanında Türkiye’ye karşı Suriye ile birlikte işbirliği içinde hareket ettikleri, bu nedenle o tarihlerde TSK’nın savaş planlarını “iki buçuk savaş doktrini”ne göre yaptığı bilinmektedir. Bu doktrindeki iki tam tehditten biri Suriye, diğeri Yunanistan, yarım tehdit de PKK terörüdür. 

1998 yılının sonlarına doğru Suriye’ye karşı uygulanan güç gösterisi ve gösterilen kararlılık sonucunda Suriye, tutumunu yumuşatmaya başlamış, terörist başını topraklarından çıkartmış ve bunu takiben “Adana Mutabakatı” olarak anılan bir toplantı sonucunda da PKK terörüne verdiği desteği kestiğini resmen açıklamıştır. 

Bu tarihlerden itibaren Suriye ile gittikçe gelişen olumlu bir dönem başlamıştır. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali döneminde, ABD tarafından ilan edilen şer ekseninin bir parçası olmaktan ötürü kendisini büyük bir baskı altında hissetmiş, bu nedenle Türkiye’ye olan yakınlaşmasını daha da arttırmıştır. Lübnan sorunu, İsrail sorunu, ABD baskısı ve Türkiye’nin gösterdiği kararlı tutumdan dolayı iyice yalnızlaşan Suriye, Türkiye’nin gösterdiği yakınlaşma politikasının da etkisi ile “Tehdit Ülke” konumundan, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Yapılan Ülke” konumuna dönüşmüştür. Hatta ilişkilerde müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılan ve vizenin kaldırılmasına kadar varan ilerleme kaydedilmiştir. Mevcut durum itibariyle bu gelişmeler, Türkiye’nin çıkarları yönünde olup, olumludur. Ancak bu durumun, Türkiye’nin güçlü, Suriye’nin de sorunlarından dolayı zor durumda olmasına bağlı olduğu dikkate alınmalı, ihtiyat elden bırakılmamalı, ilişkilerin kalıcı olması için gerekli önlemlerin geliştirilmesi üzerinde durulmalıdır. 



Türkiye-Irak Ekseni 

Irak ile olan ilişkiler ise son 20 yıldır, PKK, ABD ve Irak’ın kuzeyindeki yönetim ekseninde ağırlıklı kazanmıştır. 1991 yılında Irak’a yapılan müdahale sonucunda kuzeyde oluşturulan korumalı bölge, Türkiye açısından hem bağımsız bir Kürt yönetiminin kurulması, hem de PKK terörünün hayat bulması açısından tehdit algılaması kapsamında bir durum arz etmiştir. 1999 yılında PKK terörünün gündemden düşmesinden sonra, gerek Avrupa Birliği adaylığının başlaması ve müzakere sürecinin açılmasından, gerekse ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgalinden kaynaklanan gelişmeler, PKK terörünün yeniden canlanmasına sebep olmuştur. Irak’ın kuzeyindeki yönetim, 2003 yılında ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a geçmesine izin verilmemesinden dolayı ABD açısından bir nevi müttefik olarak görülmüş ve özellikle Türkiye’ye karşı koruma altına alınmıştır. PKK bölgede bir noktada ABD’nin dolaylı himayesi altında kalmıştır. PKK terörü Türkiye’ye karşı eylemlerini arttırmış ve Türkiye’nin bu terör ile Irak’ın kuzeyinde mücadele etmesine ABD tarafından engel olunmuştur. 

< Türkiye’nin, hem İran hem de Batı ile iyi ilişkiler geliştirirken denge noktasını iyi ayarlaması gerekmektedir. >

2007 yılı Kasım ayına kadar devam eden bu süreç, sınır ötesi harekât yapamamaktan dolayı Türkiye’deki tepkilerin yükselmesi sonucunda 
ABD’nin şartlı geri adım atmasıyla son bulmuş ve PKK terörü ile mücadelenin ABD, Türkiye, Irak arasında oluşturulan bir mekanizma ile mutabakat 
içinde ortak yapılması kararlaştırılmıştır. 

ABD Türkiye’ye, Irak’ın kuzeyindeki yönetime zarar vermemek, onu tehdit olarak görmemek ve iyi iletişim içinde olmak kaydı ile özellikle istihbarat temini konusunda yardımcı olmuş, sınır ötesi harekât için hava sahasını ve çok kısıtlı olarak da kara sahasını açmıştır. 2009 yılından itibaren ABD’nin askeri gücünü kademeli olarak Irak’tan çekme kararı alması ve bu konuda Irak yönetimi ile anlaşma yapmasını müteakip, durum yeni bir veçhe kazanmıştır. 

ABD askerinin Irak’tan çekilmesini takiben, Türkiye’nin PKK ile mücadele adına Irak’ın kuzeyine yapacağı sınır ötesi harekâtların, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi tedirgin ve tehdit edeceği düşüncesi ile ABD, yeni bir süreç başlatmıştır. Bu süreçte ABD, PKK’nın misyonunu artık tamamlamış olduğu ve Türkiye’nin bir müdahalesine sebep teşkil etmemesi düşüncesinden hareketle, terör örgütünün tasfiyesinin gerektiğini değerlendirmiştir. ABD’den gelen talep ve Türk iç politikasının da yönlendirmesi ile bu tasfiyenin gerçekleşebilmesi için Irak, Irak’ın kuzeyi ve PKK yönünden alınacak tedbirlere paralel olarak Türkiye’nin de bunu kolaylaştırıcı adımlar atması gerektiği sonucu ortaya çıkmıştır. PKK terörünün tasfiyesi çıkarlarımız açısından arzu edilen bir gelişmedir. Ancak “açılım” adı altında bilinmediği için tahmin edilen ve algılanan yöntemlerin ve uygulamaların, Türkiye içinde kutuplaşmalara ve gerginliklere sebep olduğu da bir gerçektir. ABD’nin PKK terör örgütünün tamamen ortadan kaldırılmasını da benimsediğini düşünmek yanıltıcı olabilir. PKK, Irak’ın kuzeyinde bir bağımsızlık durumu, Kerkük meselesi ve benzer sebeplerle yeniden kullanılmak istenebilir. Bu nedenle ABD’nin PKK’yı kontrol edebildiği gerçeğini daima göz önünde tutmakta yarar bulunmaktadır. Diğer taraftan Irak merkezi yönetimi ile geliştirilen ilişkilerin de, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği” seviyesine gelmesi ve müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılmasına kadar uzanması olumlu olarak değerlendirilmektedir. 

Ancak gelişmelerin, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de ayrı bir unsur olarak muhatap almaya mecbur etmesi olumsuzdur. 

Türkiye-İran Ekseni 

İran ise, yakın zaman dahil büyük düşmanlıklar içinde olmadığımız, ancak ayrı bir kültür ve köklü devlet geleneğinden kaynaklanan bir rekabet içinde olduğumuz bir ülkedir. İslam devriminden sonra, komşusu Türkiye’yi, laik, demokratik ve modern yapısından dolayı hem rakip, hem de rejimine tehdit olarak görmüştür. Bu nedenle rejim ihraç politikası izlemiş ve Türkiye’yi zayıf düşürebilmek için PKK terör örgütünü desteklemiştir. 

Ancak son 5-6 yıllık dönem içinde PKK terörünün İran versiyonu olan, İran’ı istikrarsızlaştırmaya kurgulanmış PJAK ile mücadele zorunda kalması, ayrıca ABD’nin baskısı altında bulunması, İran’ı Türkiye politikasında değişiklik yapmaya yönlendirmiştir. PKK terör örgütü ve onun kolu ile mücadele etmesine, hatta zaman zaman bu konuda Türkiye ile işbirliği yapmasına rağmen, yine de PKK’ya düşük seviyede de olsa İran üzerinden lojistik destek verilmesine müsamaha etmektedir. 

İran’da önemli olan konu rejimin muhafaza edilmesidir. Bu nedenle uluslararası gerginlik yaratmak ve bu gerginlikten dolayı iç politikada gücü muhafaza ederek rejimi korumak, genel bir politik yaklaşım olarak benimsenmiştir. İran’ın nükleer teknolojiyi geliştirme ve uranyum zenginleştirme faaliyetleri devam etmektedir. Anlaşmalardan dolayı Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonunun denetimine tabidir. 

<   Irak merkezi yönetimi ile geliştirilen ilişkilerin de, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği” seviyesine gelmesi ve müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılmasına kadar uzanması olumlu olarak değerlendirilmekte dir. Ancak gelişmelerin, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de ayrı bir unsur olarak muhatap almaya mecbur etmesi olumsuzdur. >

İran her ne kadar nükleer teknolojiyi barışçıl amaçlarla geliştirdiğini ifade etse de, denetimden bazı tesisleri ve faaliyetleri gizlemesi, onun nükleer silah geliştirmek istediğine ilişkin tereddütler uyandırmasına sebep olmaktadır. Güven telkin etmeyen davranışlarından ötürü, kısmen zenginleştirdiği uranyumun bir başka ülkede depolanması, barışçıl amaçla kullanacağı çubuklar haline dönüştürülmesinden sonra tekrar kendisine verilmesi hususuna önceleri tereddütlü yaklaşmış, sonra da kabul etmemiştir. Depolanacak ülke olarak Türkiye’nin adının ön plana çıkmasına da aynı şekilde yaklaşmıştır. Türkiye hem batı ile yakın ilişki içinde, hem de İran ile iyi ilişki içinde olmasından ve İran nezdinde güven telkin etmesinden istifade ile bu konuda bir noktada arabulucu olarak rol almak istemiştir. 

Hatta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) geçici üyesi olmasından dolayı, İran’a uygulanması düşünülmeye başlayan yaptırımlarda, BM tarafında yer alması baskısından dolayı karar verme konusunda zor duruma düşmemek için bu kolaylaştırıcı öneri üzerinde önemle durmuştur. Ancak İran, açık olarak ifade etmese de nükleer silaha sahip olarak tehditlere karşı koyma, rejimini koruma ve bölgesel olarak etki alanını genişletme ve etkinliğini arttırmayı politika olarak benimsediğinden bu tekliflere sıcak bakmamıştır. İran’ın bu konudaki stratejisi, çeşitli şekillerde uluslararası kuruluşları ve Batı’yı oyalayarak nükleer teknoloji ve uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam ederek nükleer silaha ulaşmak olduğu değerlendirilmekte dir. Uranyum’un Türkiye’de depolanması, en güvendiği ülke olarak kendisine avantaj sağlayacakmış gibi gözükse de, bu durumun Türkiye’nin Batı nezdinde prestijini arttıracağı, bölgesel rekabette Türkiye’den geride kalacağı ve özellikle nükleer silaha sahip olmanın avantajlarını kaybedeceği için bu konudan uzak durmayı tercih etmiştir. Türkiye’nin hem Batı ile hem de İran ile iyi ilişkiler içinde olması olumlu bir gelişmedir. Ancak bunun da denge noktasının iyi tayin edilmesi gerekmektedir. BMGK’nin nükleer teknoloji geliştirmesinden dolayı İran için önümüzdeki dönemde uygulanmasını planladığı yaptırımların karar aşaması ve uygulamasında Türkiye’nin, BM, Batı ve İran arasında ikilemde kalacağı, bu nedenle oluşturması ve takip etmesi gereken politika ve stratejilerden dolayı zorluklarla karşılaşacağı değerlendirilmektedir. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Türkiye, komşu ülkelerle sıfır sorun politikası çerçevesinde diplomasi uygulamaya devam etmektedir. Bu konuda başarılı olduğu ölçüde, başarılı olamadığı sahalarda gücünü toplayarak sıklet merkezi uygulaması ile çıkarlarını sağlayabilme imkânına sahip olabilecektir. Ancak sorunlar çözülmeye çalışılırken tavizler vererek, geri dönülemeyecek yollara girilmemesine özen gösterilmesi gerekmektedir. Her sorunun bir geçmişi, sebep veya sebepleri vardır. Genelde de bunlar Türkiye’den kaynaklanan değil, Türkiye’nin hak ve hukukunu korumak için aldığı tavırlardır. Konulara yaklaşımlarda bunların dikkate alınmasında zaruret bulunmaktadır. Bu konuda Türk Milletinin devlete olan güveninin zedelenmemesi son derece önemlidir. 

Özellikle güneydoğu komşularımızla geliştirilen olumlu ilişkiler, Türkiye’nin menfaatinedir. Suriye halkının, ilişkilerimizin iyi olmadığı dönemde dahi Türk halkına karşı bir sempatisi olmuştur. Irak halkından önemli bir kesiminin de aynı şekilde olduğu söylenebilir. İran halkı da keza aynı şekilde olup, nüfusunun yarıya yakın bir kısmının Azeri Türkü olması da bunu güçlendirici bir etkendir. Yaşanan sorunlar devlet politikalarından kaynaklanmıştır. Halen gelinen durumda devlet politikaları da olumlu yönde geliştiğine göre, ilişkileri sürekli olumlu kılacak tedbirlerin alınmasında yarar görülmektedir. Bunun sağlanması da ilişkilerin, ekonomi, ticaret, eğitim, sosyal kurumlar ve üniversiteler arasındaki temasların arttırılmasından, halklar arasında iletişim kurarak devam ettirilmesinden, geliştirilmesinden, süreklileştirilmesin den ve kalıcı bir platforma oturtulmasından geçmektedir. 

<  BMGK’nin nükleer teknoloji geliştirmesinden dolayı İran için önümüzdeki dönemde uygulanmasını planladığı yaptırımların karar aşaması ve uygulamasında Türkiye’nin, BM, Batı ve İran arasında ikilemde kalacağı, bu nedenle oluşturması ve takip etmesi gereken politika ve stratejilerden dolayı zorluklarla karşılaşacağı değerlendirilmektedir. >

Türkiye’nin tek yönlü politika uygulamalarını çok yönlüye kaydırması ve Türkiye’nin merkeze alınarak yeni bir görüşle hareket edilmesi, Türkiye’nin mevcut jeopolitik gücünün çıkarları yönünde kullanılmasına imkân yaratacaktır. 

Türkiye’nin bu şekildeki hareketi bir eksen değişikliği olarak algılanmamalıdır. Bu yeni anlayış, Türkiye’nin mevcut gücünü ve kabiliyetini çıkarları yönünde kullanmaya başlamasının bir sonucudur. Hatta Suriye, Irak ve İran ile ilişkilerini geliştirirken, bu ülkelerin ve bölgenin sempatisini kazanmak için İsrail ile gerginlik yaratmasının da kontrollü bir yaklaşım olduğu düşünülmektedir. Konunun içinde iç politikanın bir yansıması olan İslam ve Arap âlemine olan sempatinin olduğu ve yeni politikada bu durumun da rol oynadığı inkâr edilemez. Ancak bu ideolojik yaklaşıma rağmen, Doğu ile geliştirilen ilişki, Batı’yı terk ettiği anlamında anlaşılmamalıdır. 

Ancak sempati kazanma çabası sırasında İsrail, Hamas ve El Beşir ile olan ilişkilerin dozunun da iyi ayarlanmasına ihtiyaç bulunmaktadır. ABD de Türkiye’nin yaklaşımlarını, bir eksen değişikliği olup olmadığı konusunda şüpheyle karşılamaktadır. Ancak kendi menfaatleri ile uyuşan, Kıbrıs açılımı, Ermenistan açılımı, Irak’ın kuzeyine olan açılım ve demokratik açılımdan dolayı fazla bir tepki göstermemekte, hatta desteklemektedir. Türkiye’nin Suriye, Irak ve İran ile olan iyi ilişkilerden de fayda sağlayacağını düşünmektedir. 

Bu açılımlar konusunda ABD’nin ve Batı’nın Türkiye’ye yapmış olduğu baskı niteliğindeki telkinler, özellikle doğudan batıya giden enerji yollarının güvenliği düşüncesinden kaynaklandığı da bir gerçektir. Irak’taki seçimlerin ertelenebileceği ihtimaline karşılık askeri gücünü Irak’tan planladığı şekilde çekemeyeceğini, dolayısı ile Afganistan üzerindeki etkisinde gecikmeler olabileceğini hesaplamaktadır. Türkiye’nin Afganistan’a doğrudan veya dolaylı desteğini arttıracağını beklemektedir. 

Açılımlar konusu gittikçe genişletilmeye çalışılmaktadır. 

Açılım konularının ve açılımların fazla genişletilmesi, kontrolün elden çıkması tehlikesini de beraberinde getirebilir. Bu konuda dikkatli olunması, kontrolün elde tutulması, çeşitli nedenlerle atılacak adımlarda Türkiye’nin, ulus-devlet, üniter yapı, bölünmez bütünlük, güvenlik, laik devlet anlayışından ve kuruluş felsefesindeki esaslardan taviz vermemesi son derece önemlidir. 

Türkiye’nin arabuluculuk rolü konusunda bölgede soru işaretleri bulunmaktadır. Bu nedenle temasların daha çok kolaylaştırıcı rolde yürütülmesi gerekmektedir. Batı’nın Türkiye’ye, menfaatleri olduğu için bu ilişkilere destek verdiği veya ses çıkarmadığı dikkate alınmalıdır. Bu nedenle Türkiye, Doğu ile olan ilişkilerini, Batı’nın nispeten sınırladığı ölçülerde gerçekleştirebileceğini de hesaba katmalıdır. Bütün ülkeler, dış politikanın değişmez bir usulü olan menfaat faktörü yönünde hareket eder. Bu nedenle Batının talepleri ile Türkiye’nin çıkarlarının örtüştüğü zamanlarda müşterek hareket etmekte bir sakınca yoktur. Diğer taraftan Doğu ile olan ilişkilerde de aynı kaide geçerlidir. Ancak bütün temas ve uygulamalarda, Türkiye’nin çıkarlarının her türlü düşüncenin üstünde tutulması hususu tartışılamaz. 


***

TSK Üzerinden Siyaset

TSK Üzerinden Siyaset



Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
12 Şubat 2011 
Kaynak Yeniçağ 


Özellikle son 4-5 yıldır siyasetçiler TSK üzerinden siyaset yapmaktan kendilerini alamıyorlar. Çünkü bu alan onlara çok verimli geldi. Yine geçenlerde böyle bir durumla karşı karşıya kaldık. Siyasetçileri bu konuda iktidar olanlar veya muhalefette olanlar diye ayırt etmek mümkün değil. Biri diğerinin siyasî rant sağladığını görünce, diğeri de aynı alanda çalışarak rant sağlama düşüncesi içinde oluyor.TSK anayasal kurumlardan her yönüyle güçlü olarak kabul edilen bir kurum niteliğinde. Bu kuruma karşı güç gösterisinde bulunmanın, onu çeşitli organları da kullanarak zor duruma düşürmenin, güçlüden daha güçlü olma anlamına geleceği anlayışı ile hareket edildiği görülüyor. Konu “Ben güçlüyüm” şeklinde sergilenmeye çalışılıyor.Bu konu önce darbe söylentileri ile dile getirildi. TSK’nin mevcut durum itibariyle darbeye ilişkin her hangi bir düşüncesi, niyeti olmamasına, bunu aklından dahi geçirmemesine, darbeyi çağrıştıracak bir ortam da bulunmamasına ve böyle düşünüldüğü zaman üzüntü duyduğunu defalarca belirtmesine, bunu söylem ve sergilediği davranış biçimiyle de sergilemesine rağmen, TSK sürekli olarak darbeyle özleştirilerek, kamuoyu nezdinde suçlu duruma düşürülmek istendi.Sorun olmayan yerde sorun varmış gibi gösterip, sonra bu sorunu hallettim diyerek bunu siyasî ranta dönüştürme düşüncesi işlendi ve böyle bir ortamdan da rant sağlandı. Bu hususun çeşitli vesilelerle kullanıldığı da görüldü. 

Burada sanki TSK demokrasi dışındaymış da, demokrasinin içine çekilmiş gibi bir konu işlenmeye çalışıldı.TSK’nın ortaya çıkan olaylar karşısında zaman zaman kendini savunması ve kamuoyuna doğru bilgiler vermesi için yaptığı açıklamalar da aynı maksatla kullanılarak, TSK bu defa siyaset yapmakla ve antidemokratik davranmakla suçlandı. Bu davranış tarzının da kısmen siyasî rant olarak geri döndüğü gözlendi. Bunu gören diğer siyasilerin de aynı yolu izleyerek TSK aleyhinde davranış biçimi sergilediğine ve diğerleri gibi bunu siyasî ranta çevirme düşüncesi içine girdiklerine şahit olundu.İşte böyle bir ortam içinde TSK’nin, demokrasiye ve hukuka olan saygısı ve güveninden dolayı sergilemiş olduğu davranış biçiminin, kendi beklentileri doğrultusunda gelişmediğini düşünenler de, bazen söylenenlerin nereye gideceğini de hesaplamadan açıklamalar yapmaktadır. Karşı siyasi hareketin de, buna benzer yöntemlere sanki kendileri hiç başvurmamış gibi bir davranış sergileyerek bunu da kullanmaya çalıştıkları görülmektedir.  

Siyaset dışında olanlar ile siyasetin içinde olanların, gerek siyaset içinde, gerekse kamuoyu nezdinde farklı algılanacakları gerçeğini görmek gerekir. Çünkü siyaset dışında olanların söyledikleri sadece kendilerini, siyasetçilerin söyledikleri ise kendileri ile birlikte mensup oldukları siyasî hareketi ve ona destek verenleri de bağlar. Bu nedenle siyasetçilerin, iyi niyetli olsalar dahi çok dikkatli konuşmalarında fayda görülmektedir.İşte bu nedenlerle TSK yine bir açıklama yapmak mecburiyetinde kalmış, kendileri üzerinden siyaset yapılmaması ve siyasetin içine çekilme düşüncesinden vazgeçilmesi gerektiğini ifadeetmiştir.Lâik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışını benimseyen, ulus devlet, üniter devlet konularında hassasiyetini ortaya koyan, hukukun üstünlüğüne ve yargıya olan güvenini belirten ve defalarca siyasetin dışında kalmaya özen gösterdiğini ifade eden TSK’nin, aleyhinde olan sözlerden ve davranış biçimlerinden rahatsız olduğu, sadece kendi görev sahası içinde kalmaya özen gösterdiği aşikârdır.Her ne sebeple olursa olsun, milletin TSK’ya olan güven duygularını zedeleyen ve halkın desteğini arkasından çekmeye yönelik davranışlardan vazgeçilmeli, bu konuda yürütülen psikolojik propaganda ya artık itibar edilmemelidir.

 TSK hiçbir şekilde siyaset malzemesi yapılmamalıdır.
Ordu milletindir. Öyle de kalacaktır. Güçlü ordu, güçlü Türkiye demektir. Güçlü ordu dosta güven, düşmana korku verir. İstemeyerek de olsa onun hakkında ifade edilecek itibar kırıcı sözler, bütün milleti yaralar. Ordu üzerinden siyaset yapmaya artık son verilmelidir. Sonra bunun zararını Türk Milleti çeker. 


Kaynak Yeniçağ: 
TSK üzerinden siyaset 
Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/tsk-uzerinden-siyaset-16953yy.htm


***

Türkiye’nin kıymetini bilelim.,

Türkiye’nin kıymetini bilelim.,




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
05 Şubat 2011 
Kaynak Yeniçağ


Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da başlayan sisteme karşı hareketler, gittikçe artarak devam ediyor. Fitilin ilk ateşlendiği ülke olan Tunus’ta, olayların şiddeti kısa sürede azaldı ve oluşturulan geçici yönetim, şimdilik durumu sakinleştirmiş görünüyor. Burada en önemli faktör devlet başkanının yönetimi hemen bırakması ve ülke dışına kaçması oldu. Ancak durumun devamı, halkın beklentilerinin karşılanmasına bağlı. Güven telkin eden bir yönetim tesis edilebildiği, yeniden geriye bir dönüşün olmayacağı, adil bir seçim ortamı yaratılabileceği ve halkın beklentilerinin makul bir süre içinde yerine getirilebileceği inancı oluşturulabildiği takdirde, zaman içinde demokrasiye geçilebileceği de beklenilebilir. 

Ancak temennimiz bu olmakla beraber, bunları şimdiden söylemek oldukça erken. Tunus’u takiben, Mısır’da, Yemen’de, Cezayir’de, Ürdün’de, hatta Filistin’de sisteme karşı hareketler devam ediyor. Suriye de tedirgin. Ülkelerden bir kısmının yönetimi kırallık, bir kısmının da cumhuriyet. Çoğunda seçimler de yapılıyor. Bu hareketlerden çekinen birçok bölge ülkesinde yöneticiler, reformların yapılmasına ilişkin tedbirler alıyor ve vaatlerde bulunuyor. Bu ülkelerin tümüne baktığımızda ortak noktalarının, baskıcı rejimler, ekonomik zorluklar, işsizlik, insan hakları ve özgürlüklerin kısıtlanması olduğu göze çarpıyor. Ancak Mısır’da olanların kısa sürede sona ermesinin biraz zor olduğu anlaşılıyor.Mısır’daki olayların büyümesinin sebebi, ülkeyi 30 yıldır yöneten Mübarek’in artık istenmemesi. 
Kırallık rejiminden sonra darbe ile iktidara gelen Nasır, onu takiben Enver Sedat, onun öldürülmesinden sonra da iktidar olan Mübarek, Cumhuriyet idaresi olmasına, demokrasinin gereği seçimlerin yapılmasına rağmen, oluşturdukları sistem ile askerî yönetimin bir devamı niteliğinde baskıcı rejim kurmuşlar ve halkı ümitsizliğe sürüklemişlerdi.Mübarek, kendisine bir yardımcı atamasına, hükümeti değiştirmesine, iç işleri bakanlığına bir generali getirmesine, reformlar yapılacağını belirtmesine, Eylül 2011’deki başkanlık seçimlerinde aday olmayacağını açıklamasına rağmen, halkı tatmin edemedi. 

Çünkü muhalif halkın, eylemi durdurmaları halinde beklentilerinin karşılanacağına ilişkin yönetime güveni olmadığı gibi, gözaltına alınıp tutuklanacakları ve cezalandırılacakları endişesi de var. Mısır’daki olaylarda ordunun tutumu da son derece ilgi çekici. 480.000 kişilik ordu, gösterileri bastırmak için teşebbüste bulunmuyor. Çünkü halkın içinden gelen ve mecburî askerlik sisteminin olduğu bir yapıda. Kendi halkına karşı hareket etmiyor. 330.000 kişilik polis gücü ise profesyonel. 

Zaman zaman göstericilere müdahale ediyor ve hatta sivil kıyafet giyerek iktidarı destekleyen taraf gibi muhaliflerle çatışabiliyor.Ordu, çatışmaların durması için iktidar yanlısı olanların meydanlardan çekilmesini istedi. Bunun üç anlamı olabilir. 

1. Ben muhaliflerden yanayım. 
2. Meydanda sadece muhalifler kalsın, kolay müdahale edebileyim. 
3. Meydanda tek taraf olursa çatışma olmaz. 

Ordu, ülkede saygınlığını devam ettiriyor ve onun tarafsız davranması üçüncü durumu ön plana çıkarıyor. Bu şekilde davranarak doğrusunu da yapıyor.Olayların yatışmasının mutlaka Mübarek’in yönetimi bıraktığını açıklamasına bağlı olduğu anlaşılıyor. Ancak bundan sonra ne yapılabileceği düşünülebilecek. Aksi halde hiçbir tedbir fayda getirmeyecek. Ordu’nun idareye el koyması da zayıf bir ihtimal. 

Çünkü ordunun başındaki generalleri Mübarek atadı. Doğrudan ona karşı gelmek istemezler. Ordu iktidar olursa, zaten bu duruma darbe sürecinde gelindiğinden halkın bu durumu kabullenmesi şüpheli. Halk yeniden eski düzene geçilebileceği çekincesini taşıyabilir. Ordu iktidara gelirse bunu elinde tutması mümkün değil, birine vermesi gerekir, kime? 

Bu nedenle ordunun da, Mübarek’i yönetimi bırakması yönünde telkinde bulunması büyük bir ihtimal.

Halkın hemen hemen tamamının Müslüman olduğu, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışını benimseyen ve uygulayan Türkiye’nin önemi bir kere daha ortaya çıktı. Seçim yapılması demokrasi olduğunu göstermiyor. Demokrasinin bütün kurallarıyla ve kurumlarıyla işlemesi gerektiği gerçeği bir kere daha gözler önüne seriliyor. 
Bunun için ülkemizin, sistemimizin kıymetini bilelim, onun bozulmasına imkân tanımayalım. 
Örnek ve hatta model ülke olmamızın avantajlarını en iyi şekilde kullanalım. 


Kaynak Yeniçağ: 
Türkiye’nin kıymetini bilelim 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/turkiyenin-kiymetini-bilelim-16851yy.htm

***

Türkiye dönüşüme zorlanıyor

Türkiye dönüşüme zorlanıyor




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
29 Ocak 2011 
Kaynak Yeniçağ: 

Tek kutuplu dünya düzeninde hegemonik düşünceler ortaya çıkmış, küreselleşme denen, uluslararası sermayenin, baskın kültürün hüküm sürdüğü, mal, hizmet ve sermayenin sınır tanımadığı, egemenliğini muhafaza etmeye çalışan ulus-devletlerin hedef haline geldiği bir ortam doğmuştur.Bu ortamda, Türkiye’nin de içinde bulunduğu geniş bir coğrafyada jeopolitik bir boşluk oluşmuştur. 

Bu coğrafya, dünya hâkimiyet düşüncesinde önemli yer oluşturan Büyük Orta Doğu bölgesidir. 

ABD tarafından, bölgede kontrolün sağlanabilmesi için BOP adı altında bir proje uygulamaya sokulmuştur. Projede Türkiye’ye de sahip olduğu özelliklerinden dolayı yeni roller biçilmiştir. Yeni roller, var olan tehditleri arttırmış ve yeni şekillere dönüştürmüştür.
Türkiye’nin projedeki önemi; NATO üyesi, AB aday ülkesi olması, Batı içinde kabul edilmesi, nüfusunun %99’unun Müslüman olması, belirtilen coğrafyadaki ülkelerle kültürel benzerlikleri ile tarihî ilişkilerinin bulunmasından kaynaklanmaktadır. Projede, Türkiye’nin, kendi amaçlarına uyum sağlayacak bir şekle dönüştürülmesi ve gücünün kontrol edilebilir olması düşüncesi de yer almıştır.Varlığını ulus-devlet, üniter-devlet, laik-devlet esaslarıyla sürdüren Türkiye, açıklanan bu düşüncelerle, dış güçlerin etkisi ile dönüşüme zorlanmaktadır. 

Bu süreçte, etnik farklılıklar ile dinî duyguların istismar aracı olarak kullanıldığı, hedefin de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesi ve benimsediği yapı olduğu anlaşılmaktadır.
Bu değişim ve dönüşümde, ulus-devlet ve üniter devlet anlayışının bozulması için etnik bölücülük ön planda tutulmuştur. 

Bu bölücü tehdit terörle başlamış, siyasetle devam etmektedir. Terörden kurtulmak için açılım adıyla başlatılan girişim, tehlike yaratmıştır. Mevcut anayasanın değiştirilmesi ile dönüşümün sağlanamayacağı anlaşıldığından, yeni bir anayasanın yapılması ülke gündemine getirilmiştir.
Türkiye’nin rolünü gerçekleştirebilmesi için, bölge ülkeleri ve İslam dünyası ile iyi iletişim kurması, ancak demokratik ve hukuk devleti anlayışını muhafaza etmesi, laik-devlet anlayışından kısmen İslamî yaşam tarzına doğru bir görünüm alması,  “ılımlı İslam” olarak adlandırılan bir yapı ve davranış biçimini benimsemesi düşünülmüştür. Bu nedenle, iç siyasetin ve dinî hassasiyetlerin kullanılması gündeme gelmiştir. Yeni anayasa düşüncesi, bu yaklaşımı da kapsamaktadır.İki yönlü tehdit altında olan Türkiye’nin, bu tehditlere karşı, savunma mekanizmalarını harekete geçirmesi doğaldır. 

Devletin savunma mekanizmaları anayasal kurumlardır. 

Değişimi ve dönüşümü gerçekleştirmek isteyen güçlerin, savunma mekanizmalarını etkisiz hale getirmeyi planlandığı ve bu maksatla psikolojik bir propaganda sürecini başlattığı kıymetlendirilmektedir. 

Psikolojik propagandada öncelikle TSK’nın, sonra da yargı sisteminin esas alındığı algısı mevcuttur. 
Neticede kurumların, amacın önünde engel olmaktan çıkarılarak, kurulması istenen sisteme uyumlu hale getirmesinin düşünüldüğü değerlendirilmekte dir. İmkânsızlık tan dolayı bilgi sahibi olamamaktan, yanlış yönlendirilmekten, olumsuz propagandaya maruz kalmaktan, dış baskılar veya iç siyasî kaygılar gibi çeşitli nedenlerden dolayı olayları doğru teşhis edemeyen ve tehlikeyi fark edemeyenler olabilir.Hatta değişim ve dönüşümü, ileri demokrasiye geçiş olarak nitelendirenler de bulunabilir. 

Ancak ülkenin varlığı, bütünlüğü, güvenliği, ulus-devlet ve üniter yapısı ile cumhuriyet ilkeleri ciddi tehlike altındadır.Bilmeyerek veya istemeyerek de olsa bu sürece destek veren veya sürecin içinde olanların, tehlikenin farkına varmaları önem arz etmektedir.Türkiye, tehlike ve tehditleri bertaraf edebilecek güçtedir.Bu gücü tarihî geçmişinden, gelenek ve göreneklerinden, kültürel yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik öneminden, anayasal kurumlarından, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden almaktadır. Ulus-devlet, laik-devlet, Üniter yapı mutlaka korunması gereken değerlerdir. 

Türkiye’nin enerjisini, çeşitli düşüncelerle dışarıdan destekli veya desteksiz iç çekişmelere harcaması, güvenliği olumsuz yönde etkilemektedir. Bu zararlı düşüncelerin, aklı ve mantığı esir almasına müsaade edilmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesini esas alan girişimlerden vazgeçilmeli, ülkenin kutuplaşmasına, vatandaşların ayrışmasına ve ortamın gerginleşmesine imkân tanınmamalı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin değişimine ve dönüşümüne yol açılmamalıdır.  


Kaynak Yeniçağ: 
Türkiye dönüşüme zorlanıyor 
Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/turkiye-donusume-zorlaniyor-16753yy.htm


***

TEHLİKELİ SULAR.,

TEHLİKELİ SULAR.,





Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
23 Kasım 2013 



Son zamanlarda yaşanan olayların, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına, bütünlüğüne ve güvenliğine zarar verecek, adı Türk Milleti olan tek millet anlayışını da ortadan kaldıracak tarzda geliştiği düşünülmektedir. Bu düşüncenin sebeplerini, Diyarbakır’daki Başbakan-Barzani buluşmasında yapılan açıklamalardan, bu kapsamda ortaya çıkan haberlerden ve Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesine koyduğu bilgiden yola çıkarak ifade etmek mümkündür. 

*** 

Barzani’nin devlet başkanı gibi karşılanması, kendisine Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı olarak hitap edilmesi ve şahsında Kuzey Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki değerli kardeşlerimizi muhabbetle selamlıyorum denmesi, Kürdistan varlığının Türkiye tarafından kabul ve tescil edilmesi anlamına gelmektedir. Sınırların cetvelle çizildiğinin ve ortak geleceğin sınırlarla çizilemeyeceğinin ifadesi de, kendi kendimize mevcut sınırlarımızın tanınmadığının ilanı anlamını taşımaktadır. Bu nitelendirmeler Kürtçüleri daha da cesaretlendirmektedir.Bu kapsamda Belediye Başkanı’nın Barzani’ye “Kuzey Kürdistan’a hoş geldiniz” demesi ve Türkiye Kürdistan’ı ifadesi, Ahmet Türk’ün Diyarbakır’ı Kürdistan’ın başkenti olarak nitelendirmesi, Barzani’nin, “Büyük Kürdistan ve Kürdistan’ın diğer parçaları için de çalışacak mısınız?” sorusuna “Kürt halkı tek millet, tek bir ulustur” cevabı ve açıklamalarında “Çok açık olarak söylemek istiyorum ki; önceliğimiz Kürtlerin birliğidir” sözleri yürekler acısıdır.“Türk” kelimesi bir ırkın olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyetini kuran halkın da adıdır. Yukarıdaki ifadeler, bu anlamdaki Türk Milletini derinden yaralamıştır. 

*** 

Aşağıdaki gelişmeler de üzüntü ve tedirginlik yaratmaktadır.Barzani’yle buluşma öncesinde, Kürtçülere şirin görünmek için, Türklük ve Türk Milleti hiçe sayılarak, Diyarbakır meydanından Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü taşıyan levha sökülmüştür.Karşılamada Kürdistan bayrağı bulundurulmuştur.PYD özerkliğini yeniden ilan etmiş ve indirdiği bayrağını tekrar çekmiştir.Barzani’nin ziyareti sırasında KDP’nin facebook sayfasında 21 ilimizi Kürdistan olarak gösteren harita yayınlanmıştır.PKK’yı özgürlük savaşçısı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni de terörist olarak niteleyen sanatçıyla, buna benzer şekilde Kürtçülük yapan sanatkâr ve yazarlar masum olarak gösterilmiş, sanatkâr olmaları istismar edilerek Kürtçülüklerinin/bölücülüklerinin üstü örtülmeye, barışçı olarak gösterilerek sempati toplanmaya çalışılmıştır.Barzani, ziyaret sonrası Erbil’de verdiği demeçte, asker ve Kemalistlerin çözümün önünde engel olduğunu söyleyecek kadar ileri gitme cesaretini yakalamıştır.TBMM’de bir milletvekili tarafından Diyarbakır ve bağlı ilçelerinin adının değiştirilmesi için kanun teklifi verilmiştir.Bölücü başıyla İmralı’da yapılan görüşmeler sonucunda; terörist başının avukatlarıyla, gazete genel yayın yönetmenleriyle, sivil toplum örgütleri temsilcileriyle, akil insan heyetleriyle, dahası uluslararası heyetlerle görüşebilmesine imkân tanınması kararlaştırılmıştır.NATO, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Peşmerge Başkanlığı’nı, düzenledikleri uluslararası bir konferansa davet etmiştir.Bütün bu gelişmelerin vahametinin, kamu mühendisliği ve diplomasisiyle üstü örtülmeye çalışılarak toplumun yanıltılmaya çalışıldığı değerlendirilmektedir. Bunda başarı sağlanmış görünse de, henüz nasıl bir tepki yaratacağı bilinememektedir. 

*** 

Bu olaylar cereyan ederken, 15 Kasım 2013 Mardin Nusaybin’de teröristlerle bir çatışma yaşanmıştır. PKK, askeri birliklerin gerilla sahasına girdiği için ateş açtığını söylemiştir. Bu durum, PKK’nın kendisine bir egemenlik alanı oluşturduğuna dair algılama yaratmaktadır. Gnkur. Bşk.lığının sitesinde, PKK tarafından açılan ateşe meşru müdafaa kapsamında karşılık verildiğinin açıklaması ise PKK’nın açıklamasından daha da düşündürücüdür. Bu tuhaf açıklamanın ne anlama geldiğini takdirinize bırakıyorum.Bu gelişmeler Türk Milletinin gözü önünde cereyan etmektedir. İkinci Cumhuriyet’ten sonra şimdi de “Yeni Türkiye” kavramı yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Anlamı açıktır. Tehlikeli sularda hareket edilmektedir. Kürdistan sözünün, 1920’de kurtuluş mücadelesinin verilmesi safhasında Atatürk tarafından ifade edilmesi, sebebi göz ardı edilerek istismar edilmektedir. 

1923 ruhu ve söylemleri arka planda bırakılmıştır. Bunun da bir aldatmaca olduğu kıymetlendirilmektedir. 
Dikkatlerinize sunulur. 


Kaynak 
Yeniçağ: 
Tehlikeli sular 
Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/tehlikeli-sular-28870yy.htm

****

13 Mart 2019 Çarşamba

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA SURİYE..,

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA SURİYE..,





OĞUZ ÇELİKKOL
EMEKLİ BÜYÜKELÇİ

911 kilometre sınırı paylaştığımız komşu ülke Suriye’de 2011 yılından beri iç savaş yaşanıyor. Suriye “sorunu” Türk dış politikasının, kaçınılmaz olarak, en önemli ve öncelikli konusu haline gelmiş durumda. Ancak Suriye artık Türkiye için  ilgilenmesi zorunlu bir dış politika konusu değil. 3.5 milyona yakın Suriyeli Türkiye’de yaşıyor. Sadece Türkiye–Suriye  ilişkilerinin geleceği (ve Türkiye-Suriye sınırının güvenliği) değil bu 3.5 milyon Suriyelinin kaderi de Suriye iç savaşının nasıl biteceğine ve Suriye’deki rejim sorununun nasıl çözümleneceğine bağlı.

2014 yılında kaleme aldığım Suriye ile ilgili kitabıma “İçimizdeki Komşu Suriye” adını vermiştim. Bu adı sadece şimdi içimizde yaşayan 3.5 milyon Suriyeli haklı kılmıyor. Konunun bir de terörizm bağlantısı var. Suriye’de yaşayan Kürtlerin en azından önemli bir bölümü PKK ile doğrudan bağlantılı. 

Bugün Suriye topraklarının %30’a yaklaşan bir bölümü (NATO müttefikimiz ABD’nin sağladığı yardımla)  PKK’nın Suriye uzantısı PYD/YPG tarafından kontrol ediliyor ve fiilen yönetiliyor.

7 yıldır devam eden iç savaşın bir süreden beri Suriye’de ortaya çıkarttığı tablo artık Türkiye’ye Suriye’deki gelişmelerin dışında kalma ve uzaktan izleme imkanını tanımıyor. Mevcut tabloda bölgesel güç İran ve küresel güçler Rusya ve ABD, kullandıkları yerel ortakları (yerel müttefikleri de diyebiliriz) yanında , doğrudan kendi askerleriyle, özel kuvvetleriyle, milis güçleriyle, eğitmenleriyle fiilen Suriye’deler.

Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonları yapılmasaydı bugün Suriye’de nasıl (çok daha kötü) bir tabloyla karşı karşıya kalacağımıza  bakılması ,Türkiye’nin fiilen Suriye’de bulunması ile Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) Türkiye için önemini ortaya koyuyor. ÖSO bu askeri operasyonların ( mümkün olduğunca az kayıp verilerek ) sürdürülmesi için zaten önemliydi. Ama disiplinli ve eğitimli bir ÖSO’nun önemi Azez-Cerablus-El Bab bölgesi  ile şimdi  (PYD/YPG’den tamamen temizlenmekte olan)  Afrin bölgesinin kontrol altında tutulması ve (mümkün olan en az Türk mevcudiyetiyle) yönetilebilmesi aşamasında daha da artıyor.

Bitmekte olan Afrin operasyonundan sonra Türkiye’nin ne yapacağı, Türk askeri operasyonların Menbiç’e ve Fırat’ın doğusuna yayılıp yayılmayacağı üzerinde durulan ve gündeme gelen önemli sorular. Bu soruların yanıtı büyük ölçüde ABD’nin tutumuna ve sahadaki uygulamalarına bağlı gözüküyor. Türkiye ve ABD Dışişleri Bakanlıkları arasında Mart ayının ilk haftası içinde Vaşington’da Suriye konusunda yapılan görüşmelerde önemli  ilerle sağlandığı bildiriliyor.

Bu görüşmelerde “çözümün” temel unsurlarının  belirli ölçüde ortaya çıktığı,  ABD’nin (daha önce de Türkiye’ye verdiği sözler doğrultusunda ) PYD/YPG’nin Menbiç’ten tamamen çekilmesini kabul ettiği, Menbiç’te güvenliği Türk ve ABD askerleri birlikte yerel unsurların sağlayacakları anlaşılıyor. Adeta Türkiye ve ABD’nin “gözlemci” olacağı bir yönetim ve güvenlik sisteminin düşünüldüğü ortaya çıkıyor. Bu sistemde, Menbiç’te de Fırat’ın doğusunda da, Arap ve Kürtlerin nüfusları oranında yerel yönetimde ve güvenlik güçlerinde olamasının temel alınacağı görülüyor.

Bu teknik görüşmelerden sonra Türkiye Dışişleri Bakanı’nın 19 Mart tarihinde Vaşingtona gitmesi, Türk ve ABD Dışişleri Bakanlarının iki ülke Dışişleri Bakanlıkları Müsteşar Yardımcıların başkanlığında yapılan görüşmelerde ortaya çıkan temelde (Menbiç ve Fırat’ın doğusundaki) YPG sorununa nihai bir çözüm bulmaları bekleniyordu. Ancak, bu ziyaret Başkan Trump’ın ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’u değiştirmesi nedeniyle gerçekleşmedi. Yeni atanan ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun göreve başlaması ise (Senato onayı nedeniyle) bir süre alacak.

Dışişleri Bakanı’nın Vaşington ziyaretinin “bir süre” ertelemesi belki de iyi oldu. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsünden geçen hafta gelen ifadeler, Vaşington’un iki ülke Dışişleri Bakanlıkları arasında yapılan teknik görüşmelerin ilk turunda henüz “tam bir mutabakata”  varılmadığını düşündüğünü gösterdi ve kafaları karıştırdı. İki ülke Dışişleri Bakanlıkları arasındaki teknik görüşmelerin bu hafta içinde devam edeceğini, görüşmelerin ikinci turunun yapılacağını anlıyoruz. İki ülke Dışişleri Bakanlarının bir araya gelmesinden önce çözüm için üzerinde varılan mutabakatın tam olarak ortaya çıkması önem taşıyor.

Diğer yandan geçmişte ABD’nin Türkiye’ye karşı adeta bir oyalama politikası uyguladığı, verdiği sözleri yerine getirilmediği hatırlarda. Dışişleri Bakanlıkları arasındaki teknik görüşmelerden ortaya çıkacak mütabakat,  iki ülke Dışişleri Bakanları tarafından sonuçlandırılarak onaylansa bile, bu mütabakatın Amerikalılar tarafından sahada uygulanıp uygulanmayacağı, yine bir oyalama taktiğine dönüştürülüp dönüştürülmeyeceği hususunda Türk kamuoyunda haklı şüphelerin bulunduğu da görülüyor.

Ancak bu kez (YPG’nin Menbiç’ten çekilmesi dahil) üzerinde anlaşılan tüm hususların bir yol haritası haline getirileceği, yol haritasının yer ve tarihlerle ayrıntılı hale getirilmiş bir takvimi içereceği belirtiliyor.Böylece sahadaki uygulamanın yer ve zaman olarak kesileştirileceği, bu yolla oyalama tattiklerine başvurulmasının da önüne geçilmek istendiği ortaya çıkıyor.

Türkiye’nin Azez-Cerablus-El Bab bölgesinden sonra şimdi (son hızlı gelişmelerle) Afrin’de bitirmek üzere olduğu askeri operasyonlar Ankara’nın Suriye’de milli menfaatleriyle ilgili hususlarda taviz vermeyeceğini, Suriye’nin Türkiye’nin iç  ve sınır güvenliği için bir tehdit durumuna gelmesine  izin vermeyeceğini de açıkca gösterdi. Yani Türkiye çıkarlarını koruma konusundaki kararlılığını sahada ortaya koymuş, sınırındaki terörizm tehdidi ve PYD/YPG sorununu görüşmeler yoluyla çözmeye devam ederken, gerekirse askeri güçünü başarıyla kullanmaktan kaçınmayacağını açıkca orta koymuş durumda.  

ABD’nin Türkiye’nin bu kararlılığını gördüğü, PYD/YPG sorununun çözümü konusunda Ankara’nın isteklerinin dikkate alınmaması durumunda askeri operasyonların (çok daha kolay coğrafi şartlardaki Menbiç ve Tel Abyad gibi bölgelerde) devam edebileceğini anladığı ümit ediliyor.

Konuya tabii bir de daha büyük bir resimden bakılması gerekiyor. Yeni ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun İran (İran’ın Irak ve Suriye’deki varlığı da buna dahil)  konusunda daha “duyarlı”  olduğuna işaret ediliyor. Pompeo döneminde Orta Doğu’da ABD-İran ve  Suudi-Arabistan-İran ilişkilerindeki tırmanmanın daha da büyüyebileceği görülüyor.Suudi Veliah Prensi Salman yarın Vaşington’da ve Beyaz Saray’da Başkan Trump’la görüşecek. Yani Orta Doğu’daki küresel ve bölgesel bölünmeler ve çatışma daha da derinleşiyor. Vaşington’un Orta Doğu’da (NATO müttefiği ) Türkiye’siz hareket etmede karşılaşacağı sorunları Pompeo döneminde daha iyi görebileceği beklentisi var.

Türkiye için Suriye’den iç güvenliği için gelen tehdidin, sınır güvenliğinin ve PKK’nin uzantılarının Suriye’de oynadığı rolün (müttefiği ) ABD’nin PYD/YPG ‘ye sağladığı askeri ve siyasi destek nedeniyle öncelik kazandığı doğal olarak ortada. Ancak Türkiye için Suriye’nin geleceği de önemini aynen devam ettiriyor. Ankara açısından Vaşington’un Suriye’nin geleceği, toprak bütünlüğü ve siyasi birliği konusunda (gerçekten) ne düşündüğünü, PYD/YPG ‘ye sağladığı desteğin ileriye dönük olarak Suriye’nin geleceği açısından ne ifade ettiğini bilmek de önemli.

Bu yazı 20.03.2018 tarihinde Hürriyet Gazetesinde yayınlanmıştır.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/oguz-celikkol/turk-dis-politikasinda-suriye-40777889

KAYNAK;

http://www.bilgesam.org/incele/5770/-turk-dis-politikasi-nda-suriye----/#.XIjmpYkzbIU


***