8 Ocak 2018 Pazartesi

İsrail’in Kürt Siyaseti ve Türkiye-İsrail İlişkilerine Etkisi,

İsrail’in Kürt Siyaseti ve Türkiye-İsrail İlişkilerine Etkisi,





17 Ekim 2017





25 Eylül tarihinde Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (bundan sonra IKBY) tarafından gerçekleştirilen bağımsızlık referandumu, hem yapıldığı tarihe kadar hem de sonrasındaki süreçte yoğun tartışmaların odağında kendine yer bulmuş ve bölge ülkelerini de bu gelişme karşısında ivedilikle pozisyon almaya sevk etmiştir. Özellikle de IKBY’nin komşu olduğu coğrafyalardan kaynaklanan tepkiler, kuşkusuz ki en şiddetlileriydi. Irak’ın toprak bütünlüğüne halel getirecek olması hasebiyle konunun direkt muhatabı Irak merkezi hükümetinin tepkilerini bir kenarda tutarsak, hem Türkiye hem de İran’ın sahip oldukları Kürt nüfusunun bu referandum vesilesiyle mobilize edilebilmeleri ciddi birer ihtimal olarak belirdiğinden, tepkilerin boyutu da bir o kadar büyük olmuştur.

Sınırdaş bölge ülkelerinin ulusal güvenliklerine yönelik bir tehdit olarak algıladıkları söz konusu bağımsızlık referandumu, hem bölge ülkelerinden hem de küresel güçlerden herhangi bir desteğe nail olamamıştır. 

IKBY’nin gerçekleştirdiği referandumu destekleyen tek ülke, en azından aleni bir söylem benimseyerek, İsrail olmuştur. İsrail’in IKBY tarafından gerçekleştirilen referanduma self-determinasyon ilkesi üzerinden sahip çıkması ve alenen desteklemesi, bölgesel gündemden ve dengelerden bağımsız düşünülemeyeceği gibi İsrail’in tarihsel seyri açısından takip ettiği Kürt siyasetinin de nihai safhasını oluşturmaktadır. 
Fakat yukarıda da anıldığı gibi İsrail’in desteklediği bu referandumu ulusal güvenliklerine direkt bir tehdit olarak algılayan ülkeler ise biri İsrail’in uzun yıllardır rekabet halinde olduğu İran ve bir diğeri ise ilişkilerinin normalleştiği ‘varsayılan’ Türkiye’dir. 

Söz konusu referandumun İsrail tarafından desteklenmesi ve dahi İsrail’in Kürt siyasetinin uzun yıllara yayılan geçmişi nedeniyle Türkiye ile yaşayabileceği gerilimleri hesaplayabilmek daha da kolaylaşmaktadır.

PDF OKUMAK İÇİN;






Kıbrıs Sorunu,

Kıbrıs Sorunu,




19 Ekim 2009












Sorunun neresindeyiz ve neden, nereye doğru gidiyoruz? 

Tarihi, coğrafyası ve nüfusunun kompozisyonu Kıbrıs’ın makûs kaderini belirleyicisi oldu. Büyük güçlerin ve bölgesel güçlerin ada üzerinde hâkimiyet sağlama isteğinin ardında, adanın Doğu Akdeniz’deki jeopolitik konumu yatmaktadır. Pek çok istila ve işgalin ardından Kıbrıs, 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun egemenliğine girdi ve Rusya ile yapılan savaş sonunda, Osmanlı’nın ciddi şekilde zayıflayarak Ada üzerinde sadece sembolik bir hakimiyete sahip olup Ada’nın tüm yönetimini Büyük Britanya’ya devredeceği 19. yüzyıla kadar da Türk hakimiyetinde kaldı. 1923 tarihli Lozan Antlaşması ile Kıbrıs, resmi olarak İngiliz kolonisi haline geldi. Bu tarihten sonra da büyük ölçüde “yönetmek için böl” politikasının sonucu olarak, Ada’daki iki toplum arasında gerilim ve çatışmalar baş gösterdi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dekolonizasyon süreci doğal olarak Kıbrıs’ı da etkilemeye başladı. Ancak Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerle dayanışma ve ortaklık içerisinde Ada’nın bağımsızlığı için mücadele etmek yerine ENOSIS, yani Ada’nın Yunanistan’a bağlanması, amacıyla şiddetli bir kampanya başlattı. Bu politika kaçınılmaz olarak iki toplum arasında şiddetli, zaman zaman da kanlı çatışmalara yol açtı. Türkiye ise Kıbrıslı Türkleri Ada’da bastırılmış bir azınlık haline getirmek dışında Lozan Antlaşması’nın Türkiye ve Yunanistan arasında kurmuş olduğu politik ve stratejik dengeyi de yıkan ENOSIS’e doğal olarak karşıydı.

1959 yılında Türkiye ve Yunanistan arasındaki uzlaşma, Ada’ya yeni bir statü öngören antlaşmanın yapılmasına olanak verdi. Buna göre, Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık’ın garantisi altında bir anayasaya sahip Kıbrıs, bağımsız ve çift toplumlu bir devlet haline gelmekteydi. Bu anayasaya göre, iki toplum yasama, yürütme ve yargı yetkilerini paylaşacaklardı. Ancak, bu çözüm uzun süreli olamadı. 1963 yılında Başkan Makarios, Türk toplumuna tanınan yetkileri büyük ölçüde azaltma amacıyla Anayasa’da değişiklik yapma yoluna gitti. Bu nedenle yaşanan politik krizi, Ada’daki Türk toplumu mensuplarına karşı girişilen silahlı saldırılar izledi. Silahlı Rum askerleri ile çevrili yerleşim birimlerinde, oldukça sıkı ekonomik abluka altında yaşamak zorunda kalmış olan Kıbrıslı Türkler için Türkiye’den Ada’ya müdahale etmesini istemekten başka seçenek kalmıyordu.

1963-74 yılları arasındaki döneme, birbiri ardına yaşanan ve pek çok defa Türkiye ve Yunanistan’ı son anda savaştan döndüren krizler damgasını vurdu. 1967 yılında yaşanan ve Yunan askeri cuntası tarafından ENOSİS amaçlı militan politika çerçevesinde Ada’ya gönderilen 12.000 Yunanlı asker ve görevlinin tahliyesi ile sona eren kriz, özellikle önem taşımaktadır. 1967 yılında askeri cuntanın yönetimden çekilmesinden sonra, Türkiye ile Yunanistan arasında yeni bir krizin çıkmayacağı umuluyordu. Fakat böyle olmadı. Cunta içindeki darbe sonucu ENOSIS saplantısı yeniden canlandı. Bu kez yeni cunta üyeleri ve onların Kıbrıslı Rumlar arasındaki işbirlikçileri, 1974 yılında daha şiddetli bir harekâta girişip başpiskopos Makarios’u hedef alan bir saldırı düzenledi, Makarios son anda kurtulup Ada’yı terk etti. Birkaç gün sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde konuşan başpiskopos “Yunanistan’ın ilhak” düşüncesini açıkça ortaya koydu.

Bu olay üzerine Türkiye, 1960 yılında yapılan ve Kıbrıs’ın statüsünü garanti altına alan antlaşmadan doğan haklarına istinaden, hem ENOSIS’in gerçekleştirilmesini hem de Kıbrıslı Türk nüfusun katledilmesini önlemek amacıyla Ada’ya müdahale etmek zorunda kaldı. Bu tarihten itibaren Kıbrıs’taki fiili durum tamamen değişti. Bundan böyle kuzeyde Türkler, güneyde Rumlar olacak şekilde Ada’nın kuzeyi ile güneyi bir sınırla ayrılıyordu. Artık tüm olası çözüm önerileri bu gerçek göz önünde bulundurularak şekillendirilmek zorundaydı. Kısa bir süre sonra Türkler ile Rumların bundan sonra ancak federal bir sistem altında birlikte yaşayabilecekleri ortaya kondu. 1977 yılında Türk lider Rauf Denktaş ile başpiskopos Makarios iki bölgeli ve iki toplumlu federal sistem üzerinde anlaştı. Bu çerçeve anlaşma Makarios’un ölümünden sonra yerini alan Kyprianou ile Denktaş arasında teyit edildi.

Birleşmiş Milletler, Kıbrıs sorununda başından beri aktif bir rol üstlendi. Daha 1964 tarihli kararında BM Güvenlik Konseyi, BM Genel Sekreterini arabulucu olarak görevlendirmiş ve iki toplum arasındaki barışın korunmasına katkıda bulunacak bir gücün Ada’ya gönderilmesine karar vermiştir.  Artık etkisi çok düşük olmakla birlikte bugün hala bu barış gücü Kıbrıs’ta görev yapmaktadır.

1974 yılından beri BM Genel Sekreterleri, Denktaş-Makarios ve Denktaş-Kyprianou anlaşmalarını temel alan bir uzlaşma sağlamak amacıyla çalışmaktadır. 1985-86 yıllarında Perez de Cuellar ve 1992’de Boutros Ghali’nin önerdiği çözümlerin parametreleri de çok farklı değildi. Boutros Ghali, kurulacak federasyonda Türk tarafının Ada’nın %28’i oranında toprağa sahip olduğu bir sınır, iki topluma da geniş bir otonomi, yetkileri sınırlı bir federal hükümet, bir tarafın temsilcilerinin diğer tarafa kendi görüşlerini empoze etmesini engellemek amacıyla Türk ve Rum tarafının eşit katılımıyla kurulacak merkezi bir hükümet, eşit sayıda Türk ve Rum temsilciden oluşacak Yüksek Meclis ile iki toplum arasındaki sayısal farkın gözetileceği başka bir Meclisten oluşan çift meclisli bir yasama organı ve iki toplumun eşit sayıdaki temsilcisinden oluşan Yüksek Adalet Divanı kurulmasını öneriyordu.

Boutros Ghali’nin önerileri Güvenlik Konseyi tarafından da desteklenmekteydi. Bununla birlikte, Türkler gibi Rumların da öneri üzerinde ciddi çekinceleri vardı. En önemli anlaşmazlıklardan biri güvenlik sisteminin koşulları üzerineydi; Türkler 1960 tarihli Garanti ve İttifak Antlaşmaları’nın bütünüyle korunması konusunda ısrar ederken, Rumlar antlaşmaların şartlarının hafifletilmesini talep ediyorlardı.

1974’ten beri görülen, anlaşmazlığın çözümü için mutlak suretle üzerinde anlaşılması gereken dört temel konu olduğuydu: devlet yapısı, güvenlik, sınırlar ve mülkiyet.

Devlet yapısıyla ilgili olarak, çift meclisli üniter bir devlet kuran 1960 anayasasına dönüş artık tasarlanmıyor du. 1974 yılındaki olaylar sorunun yapısını bütünüyle değiştirdi ve iki tarafta yeni kurulacak sistemin federal ve çift bölgeli olması gerektiğini anlamakta gecikmedi. Ancak, taraflar bu sistemle ilgi olarak da farklı görüşlere sahiptiler; Rumlar geniş yetkilere sahip merkezi bir hükümet önerirken, Türkler daha zayıf bir merkezi hükümet ve federasyonu oluşturan iki tarafın daha önemli yetkilere sahip olduğu bir sistem tercih ediyordu.  Başkanlık sistemi iki taraf tarafından tercih edilmekle birlikte Türkler, başkanlık rotasyonu ve 1963’te olduğu gibi Rumların kendi isteklerini Türklere empoze etmesini engelleyecek tedbirler alınması konusunda ısrar ediyorlardı.

Güvenlik konusunun önemi daha 1960 Antlaşmalarının imzalanması sırasında anlaşılmıştı. Garanti Antlaşması uyarınca, Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık Kıbrıs’ın bağımsızlığı, güvenliği ve anayasasını korumak, müdahaleyi gerektirecek gelişmelerin ortaya çıkması durumunda birbirlerine danışmak, ortak harekât kararı alınması durumunda birlikte hareket etmekle yükümlüydüler. Ortak harekâtın mümkün olmaması durumunda taraflar tek başlarına müdahale hakkına sahipti.

1960’taki İttifak Antlaşması, düşük sayıda bir Türk birliği ile Yunan birliğinin Ada’da konuşlandırılması yetkisini veriyordu. Bu antlaşma ayrıca Kıbrıslı Türkler ve Rumlardan oluşturulacak Ulusal Kıbrıs Muhafız Birliği’nin kurulmasını da öngörüyordu. 1963 olaylarından sonra Ulusal Muhafız Birliği sadece Rumlardan oluşan bir güç haline geldi. Bu gücün asker sayısı bugün 17.000’e yükselmiş olup İngiliz birliklerinden daha fazla saldırı tankına sahiptir. Ayrıca belirtmek gerekir ki Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, ülkenin güneyindeki üslerden kalkacak Türk savaş uçaklarını vurabilecek SAM füzeleri alımına ilişkin 1997’de Rusya ile bir anlaşma imzalamıştır. 1974’ten itibaren Kıbrıs’ta konuşlandırılan Türk askeri sayısını fazla bulanlar Kıbrıslı Rumların askeri programlarının boyutunu göz önünde bulundurmalıdır.

Şüphesiz güvenlik konuları günümüzdeki ve gelecekteki görüşmeler sırasında Kıbrıslı Türkler ile Rumları bölmeye devam edecektir. Özellikle Avrupa Birliği’ne girdikten sonra Kıbrıs Rum Yönetimi, Garanti Antlaşması’nın AB üyelik statüsü ile uyumsuz olduğu ileri sürmektedir. Ama hukuksal olarak bu antlaşma halen yürürlüktedir ve geçerliliği BM Güvenlik Konseyi tarafından da kabul edilmektedir.

Sınır sorunu: 1974 yılında çatışmalar sona erdiğinde Kıbrıslı Türkler, 1960 yılında kurulmuş Kıbrıs Cumhuriyeti’nin % 36’sından biraz daha fazlasını, Kıbrıslı Rumlar ise % 63’ten biraz fazlasını kontrol ediyordu. Daha önce belirtildiği gibi Boutros Ghali’nin fikirler dizisi Kıbrıslı Türkler için % 28, Kıbrıslı Rumlar için ise % 72 oranında toprak öneriyordu. Ne Türkler ne de Rumlar bu öneriyi kabul etmedi. Ancak Boutros Ghali’nin BM tarafından desteklenen fikirler dizisinde önerilen sınırlar, daha sonraki BM inisiyatiflerinde de az veya çok yer aldı. Toprak sorunu ayrı bir zorluk daha içeriyordu, çünkü Kıbrıslı Rumlar kurulacak federasyondaki Türk bölgesine önemli sayıda Rum yerleştirmeyi istiyordu. Bu durum kuşkusuz iki bölgeli federasyon fikrinin aşındırılmasından korkan Türkleri rahatlatıcı nitelikte değildi.

Mülkiyet sorunu: Mülkiyet sorunu oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. 1974 yılında bir nüfus değişimi gerçekleştirilmiş, kuzeydeki Rumlar güneye, güneydeki Türkler kuzeye yerleşmiştir. Göç eden Rum sayısı doğal olarak Türk sayısından fazla idi. BM’ye göre Ada nüfusunun yarısına yakını mülklerini terk etmek zorunda kalmıştı. Rumların kuzeyde mülk sahibi olanların mülklerini geri almalarına ve buralarda oturmalarına izin verilmesi yönündeki talebiyle ki bu durumda çift bölge konseptinin uygulanması baltalanacaktı, sorun iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı. Kıbrıslı Rumların haklarına saygı gösterirken Ada’nın kuzeyindeki nüfus dağılımını radikal şekilde değiştirmeyecek bir çözüm yolu bulunması gerekiyordu. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkiyet sorunu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile Avrupa Adalet Divanı’nın aldığı kararlardan sonra iyice karmaşık hale gelmiştir. Adil ve realist bir çözüme ancak müzakerelerle belirlenecek düzenlemeler çerçevesinde ulaşılabilir.

Kıbrıs’ın AB üyeliği Kıbrıs sorununa kritik bir boyut kazandırdı. Türk tarafı Güney Kıbrıs’ın Ada’da bir düzenleme yapılmadan AB üyesi olmasının müzakere edilecek tüm çözüm önerilerini oldukça zor hatta imkânsız hale getireceğini anlamakta gecikmemiş ve Ada’nın bütünleşmesini sağlayacak anlaşmanın yapılmasından sonra bu üyeliğin gerçekleştirilmesinde ısrar etmiştir. Ama Güney Kıbrıs’ın tek taraflı AB üyeliği için mücadele eden önemli bir faktör bulunmaktaydı; Yunanistan açık bir biçimde Güney Kıbrıs’ın tek taraflı AB üyeliğinin reddedilmesi durumunda diğer Avrupa devletlerinin adaylıklarını engelleyemeye kararlı olduğunu göstermişti.

1999’te başlayan inişli çıkışlı süreç, 24 Nisan 2004’te Annan Planı’nın beşinci ve son şeklinin Kuzey’de ve Güney’de referanduma sunularak Türkler tarafından kabul edilip Rumlar tarafından reddedildiği kader tarihine kadar sürdü. Bir hafta sonra Güney Kıbrıs’ın tek taraflı olarak AB’ye üye olması hem Türkiye’nin AB üyelik sürecini hem de Kıbrıs sorununun çözümündeki yeni yönelimleri olumsuz etkiledi.

Bu uzun sürecin yol gösterici prensipleri Haziran 1999’da kabul edilen Güvenlik Konseyi kararında belirtilmiştir. Bu karar taraflardan, önceki BM kararlarını ve antlaşmaları göz önünde bulundurarak iyi niyet çerçevesinde müzakerelere devam etmelerini talep ediyordu.

1999 yılında Avrupa Birliği tarafında da olaylar gelişiyordu. Aralık ayında Devlet ve Hükümet Başkanları seviyesinde toplanan AB Konseyi, Türkiye’nin diğer adaylara uygulanan kriterler temelinde AB’ye aday ülke olduğunu ilan etmiştir. (Bu bağlamda hatırlatılması gereken, Türkiye’nin tam üye olamayacağına ilişkin görüşler, Aralık 1999’da Helsinki’de kaleme alınan belgenin de gösterdiği gibi Birliğin taahhütleriyle çelişmektedir.)

Kıbrıs’a gelince, Helsinki Zirvesi’nde “yapılacak bir düzenlemenin Kıbrıs’ın AB’ye girişini kolaylaştıracağı, eğer üyelik müzakerelerinin tamamlanacağı tarihe kadar taraflar yapılacak düzenleme üzerine anlaşma sağlayamazsa, bu durum üyelik kararının alınmasında öncelikli bir kıstas oluşturmayacağı, bu bağlamda Konsey’in ilgili tüm faktörleri göz önünde bulunduracağı” ifade edilmişti.

Bu muğlâk metin Kıbrıslı Türkleri ve Türkiye’yi hoşnut etmekten uzaktı: Türkleri rahatlatmaya yönelik yazılı ve sözlü açıklamalar alınan kararın anlamını değiştirmiyordu. Ancak, açıkça görülen, Rum tarafının AB üyelik antlaşmasını imzalamasından önce bir çözüme ulaşmaya çalışmanın Türk tarafının lehine olduğuydu. Ama bu dönemde, Kıbrıslı Türk liderlerin ve Türk hükümetinin zamanlama faktörünün arz ettiği önemin farkına varmış olduğunu söylemek mümkün değildir.


Çözüm arayışlarına ilişkin en önemli çaba, 2002-2004 yılları arasında BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından ortaya konmuştur. Bu dönemde AB ve ABD tarafından desteklenen Annan art arda beş plan sunmuştur. Ancak, ekler hariç yüzlerce sayfadan oluşan tüm planların burada detaylandırılması mümkün değildir.

İlk Annan planı, Kasım 2002’de taraflara ve garantör devletlere (Türkiye, Yunanistan, Birleşik Krallık) sunulmuştu. Plan, Türk ve Rum iki ayrı devletten oluşacak hukuki ve uluslar arası karakterde bağımsız bir devlet kurulmasını öngörüyordu. Merkezi devlet anayasanın öngördüğü yetkileri kullanırken, merkeze tanınmayan diğer tüm yetkiler birliği oluşturan devletlerce kullanılacaktı. Güney Kıbrıs ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetindeki tüm yasama, yürütme ve yargı faaliyetleri yeni anayasaya aykırı olmamak koşulu ile yürürlükte kalacaktı. Birlikten çekilme ve dolayısıyla iki taraftan birine ait bir devlet kurumunun üzerinde tek başına egemen olması yasaktı.

Merkezi devlet, dış ilişkilerden, AB ile ilişkilerden, merkez bankasından, maliyeden, ticaret ve ekonomi politikasından, havacılık ve denizcilik politikasından sorumlu olacaktı. Yürütme sistemi İsviçre modelinden esinlenmişti. Yürütme Konseyi, devletler tarafından seçilecek dört Rum ve iki Türk’ten oluşacaktı. Hiçbir karar en az bir Türk ve Rum temsilcinin onayı olmadan alınamayacaktı. Başkan ve başkan yardımcısı Konsey tarafından seçilecek ve başkanlık Türk ve Rum temsilciler arasında değişimli olarak yürütülecekti. Yasama organı iki meclisten oluşacak, yüksek meclis devletlerin yasama organları tarafından atanacak eşit sayıda Türk ve Rum temsilciden oluşurken, diğer meclis Rumların çoğunlukta olacağı genel seçimle belirlenecekti. Üç Türk, üç Rum hakimin görev alacağı Yüksek Mahkeme’de olası bir krizi engellemek amacıyla Kıbrıslı olmayan üç hakim daha bulunacaktı.

Güvenlik konusunda Garanti Antlaşması’na bağlı kalınıyordu. İttifak Antlaşması’na göre Ada’da eşit sayıda Türk ve Rum birliği görev yapacaktı. Kıbrıs’taki tüm diğer kuvvetler dağıtılacak ve silahlar Ada dışına taşınacaktı. Silah ithalatı yasaklanacaktı. Bir BM gücü Ada’da süresiz olarak görev yapacak ve ancak ortak bir anlaşma durumunda Ada’dan çekilecekti.

Sınır konusunda ise plan, Türk tarafının Rum tarafına % 9’dan bir az oranda toprak devretmesini öngörüyordu.

Mülkiyet sorunu konusunda da özel bir yönetim karşılıklı tazminatlardan sorumlu olacaktı. Ama diğer planlardan farklı olarak Annan planı, mülklerin iade hakkını kısıtlamıyor; ancak çok sayıda Rum’un Kuzey’e göç ederek buranın Türkleşmiş yapısını bozacağından yerleşim hakkını kısıtlıyordu.

Plan, Ada’nın birleşmesi durumunda AB’ye kesin olarak üye olacağını belirtiyordu. Türk ve Rumların oyuna sunulan referandum metnindeki soru kaleme alınışı itibariyle, önerilen çözümün onaylanması ile Kıbrıs’ın üyeliği arasında ayrım yapılmasını olanaksız hale getiriyordu. Yani Rumların olumsuz oyu, Türkleri dışarıda bırakarak tek taraflı AB üyesi olma yaklaşımlarını tehlikeye atıyordu. Bu nedenle Kıbrıslı Rumlar Annan planını reddeden tarafın Türkler olmasını istiyordu.

Birinci Annan planına hem Türkler hem de Rumlardan itiraz gelmesi üzerine, BM Genel Sekreteri ilk planda bazı değişiklikler yaparak 2002 Aralık ayı ortasındaki AB zirvesinden önce ikinci Annan planını taraflara sundu. Rumların görüşlerini ifade etmelerine fırsat bırakmadan Türkler ikinci Annan planını reddetti.

Kopenhag toplantısı bir diğer önemli etaptı. Güney Kıbrıs ile tüm üyelik müzakereleri tamamlanmıştı. AB Konseyi bu gelişmeyi hatırlatmakla birlikte Kıbrıs’ın birleşmiş olarak üye olmasını tercih ettiğini belirtiyordu. 10 Mart 2003 tarihinde Kofi Annan’ın Rauf Denktaş ile Papadopoulos’u da davet ettiği La Haye’de Kıbrıs’ın birleşmiş olarak AB üyesi olmasını sağlayacak son bir çözüm önerisi sunuldu. Bu arada BM tarafından, tarafların talepleri göz önüne alınarak yapılan değişiklikleri kapsayan üçüncü Annan planı hazırlamıştı. Kopenhag’da olduğu gibi La Haye’de de Papadopulos’un fikrini söylemesine fırsat vermeden Denktaş öneriyi reddetti. 16 Nisan 2003 tarihinde Güney Kıbrıs AB Antlaşması’nı imzaladı. Ek protokolle topluluk müktesebatının Ada’nın kuzeyinde uygulanması askıya alındı.

Güney Kıbrıs’ı AB üyesi yapan antlaşmanın imzalanmasından birkaç gün sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, otuz yıldır Rumların Kuzey’e, Türklerin Güney’e geçmesini engelleyen, Ada’nın Kuzey’i ve Güney’ini ayıran yeşil hat üzerindeki kısıtlamaların kaldırıldığını açıkladı. Bu girişime verilen tepkiler beklenenin çok üzerindeydi. Birkaç ay içinde Kıbrıslı Türklerin 2/3 ‘ü Güney’i, Rumların yarısı Kuzey’i ziyaret etti. Türkler ve Rumlar arasındaki bu ziyaret ve temaslar, bir nebzede olsa karşılıklı ön yargıların kaldırılmasını ve birleşmenin her iki tarafın da menfaatine olacağı duygusunun güçlenmesini sağladı.

Güney Kıbrıs’ın AB üyelik antlaşmasını imzalamasına rağmen, 1 Mayıs 2004’teki resmi adaylığından önce, Kofi Annan son bir defa daha çıkmazı aşmayı ve iki taraf arasında uzlaşma ortamı yaratmayı denedi. Biri New York’ta diğeri İsviçre’nin Bürgenstock şehrinde olmak üzere iki toplantı düzenlendi. Kofi Annan, öncekilerden çok farklı olmayan dördüncü ve beşinci Annan planlarını taraflara sundu. 24 Nisan 2004 yılında Kuzey’de ve Güney’de ayrı ayrı referanduma sunulan plan, beşinci planıdır. Kuzey’de cumhurbaşkanı Denktaş’ın karşı olmasına rağmen yeni seçilen başbakan Talat ve hükümeti büyük kamuoyu desteğini arkasına alarak, halkı evet demeye çağırdı. Güney’de ise Papadopulos televizyondaki açıklamasında gözleri yaşlı olarak Annan planını reddediyordu. Garip bir biçimde hem Papadopulos hem Denktaş birlikte red cephesindeydi. Kuzey’de Türkler % 65 ile planı kabul ederken Güney’de Rumlar % 76 ile reddetti.

Güney Kıbrıs’ın AB üyeliği Türkiye ve AB arasındaki ilişkilerde sorun yaratmakta gecikmedi. 1995 Gümrük Birliği Antlaşması’na göre Türkiye’nin yükümlülükleri yeni AB üyelerini de kapsıyordu. Türkiye zaten buna hazırdı ve ticari hükümler vakit geçirmeden uygulamaya kondu. Ancak, Kıbrıslı Rumlar bu uygulamaya Güney Kıbrıs bandıralı gemi ve uçakların, Türk liman ve havaalanlarına girişinin de dâhil edilmesinde ısrar ediyordu. Bir başka sorun da Kıbrıslı Rumların, AB Komisyonu tarafından AB ile Kuzey Kıbrıs arasında kurulmaya çalışılan aracısız ticari ilişki girişimini bloke etmesiydi. Türkiye’nin tutumuna istinaden Güney Kıbrıs, Türkiye’nin adaylık görüşmeleri çerçevesindeki sekiz önemli başlığı bloke etme kararı aldı.

Yakın zamanda, birbirini uzun zamandır tanıyan, aynı ideolojiyi paylaşan ve Ada’da bütünleşme yanlısı başkanlar, Mehmet Ali Talat ve Dimistris Christofias arasında Kıbrıs’ta görüşmeler olmuştur. Şüphesiz, aşmaları gereken sorunlar kolay değildir. Annan planı görüşmelerde gündeme bile gelmemiştir, ama her seferinde yeni formüller üretmek de mümkün değildir. Parametreler hep aynı kalmaktadır. Eğer bir taraf bu parametreleri aşmakta ısrar ederse bu durum, tüm olumsuzlukları ve tehlikeleriyle Ada’nın kesin olarak bölünmesine yol açabilir.


***

E. Büyükelçi İlter Türkmen'in Güncel Konular Üzerine Neşe Düzel'e Verdiği Röportaj,

E. Büyükelçi İlter Türkmen'in Güncel Konular Üzerine Neşe Düzel'e Verdiği Röportaj*





İlter TÜRKMEN
06 Temmuz 2010















Neden İlter Türkmen,

Türkiye toplumu, tarihinde hiç olmadığı kadar dış politika konuşuyor. Bu durum, dışa açılmanın, dünyayla bütünleşmenin, küreselleşmeyle birlikte bir ülkenin sorununun artık diğer bir ülkenin de sorunu haline gelmesinin bir sonucu değil sadece. Dış politikanın Türkiye toplumunda bu denli tartışılmasının bir nedeni de, demokrasinin gelişmesi.

Eskiden dış politika, sadece askerler, dışişleri bürokratları ve hükümetler tarafından toplumdan habersiz ve bağımsız bir şekilde yürütülürken, artık Ankara eskisi kadar serbest değil. Şimdi dış politikanın belirlenmesinde toplum da etkili oluyor. Çünkü onaylamadığı bir dış politika hamlesine sivil muhalefet medya üzerinden büyük tepki veriyor. Ve hükümetler, dış politikaları yüzünden iç politikada sıkışıyor. Son günlerde Filistin sorunu, Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara Gemisi’ne İsrail saldırısı, İsrail’le kopan ilişkiler, Türkiye’nin dış politikasındaki eksen kayması tartışmaları, İran’ın nükleer sorununda Türkiye’nin arabuluculuğu ve BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a destek yüzünden Amerika’yla yaşanan gerilimler, Toronto’da Obama-Erdoğan görüşmesi, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile İsrailli bakanın Brüksel’de gizli buluşması derken, dış politika iç politika konularını iyice perdeledi. Biz de İsrail’le gizli görüşmeden başlayarak bütün bu konuları, Türkiye’nin dış politikasını en iyi bilen ve Dışişleri’nin en parlak isimlerden biri olan emekli Büyükelçi ve eski Dışişleri Bakanı İlter Türkmen’le konuştuk. İsrail’le bundan sonra ilişkilerimizin nasıl olacağını, Amerika’nın Türkiye’nin politikalarını nasıl değerlendirdiğini, Türkiye’den neler beklediğini, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri İran konusunda neden bu kadar gerginleştirdiğini ve sonuçlarının ne olacağını sorduk.
* * *
Neşe Düzel: Korkunç olayların yaşanmasından sonra aniden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu İsrail Sanayi, Ticaret ve Çalışma Bakanı’yla Brüksel’de gizlice görüştü. Nasıl oldu bu sizce?

İlter Türkmen: Herhalde iki taraf da Türk-İsrail ilişkilerinin gittikçe daha da bozulmasının doğru olmayacağı kanaatine vardılar ve ilişkileri tamir etmenin yararlı olacağını düşündüler.

Bu görüşmenin gerçekleşmesinden önce G20 toplantısında Toronto’da Başbakan Erdoğan ile buluşan ABD Başkanı Obama, İsrail’le ilişkiler konusunda Erdoğan’a ne söylemiştir?


Zannediyorum ki söylediği aşağı yukarı şudur. “Sizler benim çok değerli bir müttefikimsiniz. İlişkilerin bu hale gelmesine çok üzülüyorum. Bunu düzeltirseniz çok memnun olurum. İstiyorsanız, biz de size bu konuda yardım edelim” demiştir. Çünkü bu meseleler böyle konuşulur.


Bu görüşmede Amerika’nın rolü ne olmuştur?


“Şurada buluşun” deyip, buluşmayı da organize etmiştir belki.

Amerika, İsrail’e ne söylemiştir?


Sadece Amerika değil, İsrail’in zaten kendisi Türkiye ile ilişkileri koparmak istemez. İsrail’in Türkiye’ye ihtiyacı var. Mesela pilotları Türkiye’de talim yapıyordu, uçakları burada uçuyordu. Ayrıca savunma sanayi alanında Türkiye ile ilişkisi çok kapsamlıydı. Amerika’dan aldığımız silahların, uçakların tankların modernizasyonunu o yaptı. Mesela Amerika’dan uçak alıyoruz ama yazılımını beğenmiyoruz.

Evet...

Amerika’dan yazılımı değiştirmesini istiyoruz biz, ama değiştirmiyor. Oysa o yazılım, Amerika’nın düşmanını tanıyor, bizim istediğimiz düşmanı tanımıyor. İşte bu yazılım değişikliğini bize İsrail yapıyor. Kabul etmek lazım ki, İsrail muazzam bir teknolojiye sahip. Ayrıca Türkiye ve İsrail, bu bölgede Batı tarafından en demokratik ülkeler olarak görülüyor.

İsrail demokratik bir ülke mi?


İsrail’deki demokrasi çok şüphe götürür. Demokrasi kendi aralarında var. İşgal devleti olarak Filistinlilere yaptığı muamelenin yanında bir de İsrail’in kendi vatandaşı olan Araplara yaptığı kötü muamele var. Arap vatandaşlarına bir sürü ayırımcılık yapıyor. Asker olamıyorlar, önemli mevkilere gelemiyorlar. Devlet onlara yardım etmiyor. Azınlık haklarına riayet etmeyen bir yerde demokrasi olur mu? Türkiye de azınlıklara ayırımcılık yapıyor ama İsrail ölçüsünde değil. Bir de düşünebiliyor musunuz? Filistin’in bölünmesine karar verildiğinde, İsrail devletinin Filistin’de yüzde 50’nin biraz üzerinde toprağı olacaktı. Ama bugün İsrail, Filistin topraklarının yüzde 72’sine el koydu. Araplara kalan 28’lik toprağın üzerinde de yeni yerleşim merkezleri kuruyor. Yani oraları da ilhak ediyor. Bu yolla 400 bin, 500 bin kişiyi yerleştirdi oraya.

Ortadoğu’da Filistin sorunu çözülmeden dünya huzura erebilir mi. Bu kargaşa, terör, kaos biter mi?


İlginçtir ama... Araplar, Filistin sorununun çözümü konusunda artık eskisi kadar heyecan duymuyorlar. Mesela Mısır, Filistinlilere katiyen yardım etmek istemiyor. Çünkü Hamas onun için çok tehlikeli. Diğer Arap ülkeleri de Hamas’ı çok tehlikeli buluyor. Bush döneminde bölgeye demokrasi getirmeyi hedefleyen Büyük Ortadoğu Projesi vardı ya... Hiç unutmam Arap Ligi Genel Sekreteri “Demokrasi diyorsunuz, yanılıyorsunuz. Demokrasi gelince ne olacak? Sandıktan Müslüman Kardeşler çıkacak. Bir kez seçimi kazandıktan sonra da bir daha gitmeyecekler. Zor kullanarak hep iktidarda kalacaklar” diye bağırıyordu. Filistin sorunu konusunda bölgede şu anda en fazla heyecan duyan biziz.

Niye?


Bir kere hükümette, İslam dayanışması fikri çok kuvvetli. Hükümette bir ‘İslam romantizmi’ var. Daha yumuşak bir tabirle “İslam romantizmi” diyeyim ben buna.

AK Parti hükümetinin Filistin politikasını anlatacak gerçekçi tabir nedir peki sizce?


Onu söylemeyeyim artık. Bu tutumda duygular var tabii. Oysa duyarlılık başkadır, duygusallık başkadır. Hükümetin tavrında daha çok duygusallık var. Bakın... Büyük bir Arap nüfusu var, hele hele Körfez ülkelerinde çok fazla para var ama, Filistin sorunu Araplar için önceliğini son zamanlarda kaybetmiş gibi. Bazı Amerikan düşünce merkezlerinin de kanaati bu yönde.

Bugün Arapların en büyük problemi nedir?


Şimdi Arapların en büyük problemi İran. Körfez ülkelerine, “İsrail’in nükleer bombası mı daha tehlikeli yoksa İran’ınki mi” diye sorun. Hepsi İran diyecek. Bir de şunu söylemek lazım ki, 1990’ların başından itibaren Türkiye’nin Ortadoğu politikasının en büyük başarısı aynı anda hem Araplarla hem de İsrail’le ilişkileri çok iyi bir zemine oturtması oldu.

Araplarla yakın ilişki sürerken, İsrail’le ilişkinin kopma noktasına gelmesi, hükümetin Ortadoğu politikasında başarısız olduğunun bir işareti mi?


İsrail’e duyduğumuz tepkinin gerçek nedenleri var. İsrail, 2008 sonunda Gazze’de orantısız bir şiddet kullandı ve o günden beri de bir buçuk milyon insanı abluka altına aldı. Bütün bunlara bir tepki gösterilmesi gerekiyordu. Türkiye’nin de bir bölge ülkesi olarak, İsrail’e kuvvetli tepki göstermesi anlaşılır bir şeydir.

Peki, Türkiye’nin İsrail’e gösterdiği tepkide, Amerika tarafından anlaşılmayan nedir? 


Anlaşılmayan nokta yine ölçüdür. Kraldan fazla kral taraftarı davrandık biraz. Filistinlilere sempati göstermeyi, tamamen destekliyorum. Onlara çok yardım ediyoruz ve çok da iyi yapıyoruz. Hamas’la hemen temas kurmamız da çok eleştirilmişti ama Filistin sorununda Hamas’sız bir çözüm olamayacağı sonra herkesçe anlaşıldı. Ama burada önemli olan ölçüdür, üsluptur, retoriktir.

İsrail’in son politikalarını Amerika nasıl değerlendiriyor?


Tasvip etmiyor ama çok ileri gidemiyor. Nasıl Türkiye’de bugün dış politika, iç politikanın tutsağıysa, Amerika’da da öyle. Obama’nın ilk zamanlardaki yaklaşımı Müslüman dünyaya açılmak, Filistin sorununun çözümü için çaba sarf etmek, İsrail’in Filistin’deki yeni yerleşim merkezlerini durdurmaktı ama yapamıyor. Obama’yı iç politika engelliyor. Amerika’da yakında seçimler var. Bu durumda Amerikan hükümeti Yahudi lobileri karşısında daha da kırılgan oluyor.

İki bakanın görüşmesi gizliydi ama İsrail’in önde gelen gazetelerinden Haaretz buluşmayı haber yaptı. Sizce haberi kim sızdırdı Haaretz’e?


İşte sonunda Türkiye benimle müzakere etmek mecburiyetinde kaldı intibaını vermek için haberi İsrailliler verdi herhalde. Bu görüşmenin duyulmasında Türkiye’nin menfaati yoktu. Çünkü bizim İsrail’den beş talebimiz vardı. Geminin iadesi dışında tazminat, özür, uluslararası soruşturma gibi talepleri sağlamamız çok zor. İsrail özür dilemez. Uluslararası soruşturmaya da izin vermez. Zaten kendisi bir soruşturma açtı ve Obama da o soruşturmaya güvendiğini açıkladı. Bizim İsrail’den isteklerimizin açıklanması iyi olmadı. Siz önceden şartlarınızı açıklarsanız, o şartlardan bir tanesi yerine gelmeyince başarısız diye nitelenirsiniz.

İsrail’le ilişkileriniz bundan sonra ne olur?


İsteklerimizi kabul etmezse ilişkileri daha da azaltırız. Ama savunma sanayii işbirliğinden vazgeçer miyiz o çok belli değil.

Savunma alanındaki işbirliğinden vazgeçmedikçe İsrail-Türkiye ilişkileri nasıl azaltılmış olur ki?


Ama bizim İsrail’le ilişkilerimiz hep böyle oldu. İlişkiler hiçbir zaman tamamen kesilmez. Çünkü birbirimize verebileceğimiz zararlar var. İlişkilerin kötü olduğu devirde bile daima askerler arasında bir temas oldu. Gizli servisler arasındaki temaslar da sanırım bir şekilde devam etti. Birlikte böyle bir yaşama tarzı var.

İsrail bize nasıl bir zarar verebilir?


Amerika’da nüfuzları var. Mesela Ermeni soykırım tasarısı çıkar.

Çıksa ne olur?


Aslında çıktı da farkında değiliz. 1984’te Amerikan Temsilciler Meclisi’nden pabuç kadar bir karar çıktı. Yeni çıkacak olan kararda söylenecek bütün şeyler 1984 kararında var. Ermeni olayına ‘jenosittir’ deniyor o kararda. O zaman ruhumuz duymamıştı. Şimdi ise ruhumuz duyar. Türk-Amerikan ilişkileri daha da bozulur. Amerika’ya karşı muazzam tepki oluşur. Bu tepki ne kadar sürer bilinmez. Fransa’ya karşı oluşan tepki bir süre sonra tavsadı biliyorsunuz.

Türkiye komşularla sıfır sorun şiarıyla yola çıktı ama birdenbire müttefiki İsrail’le savaşın eşiğine geldi, Amerika ile tamamen ters düştü. Bunlar olması gereken gelişmeler miydi yoksa bir diplomasi hatası yapıldı mı?


Sıfır sorun bir iyi niyet ifadesi. Sembolik bir anlatım bu. Yoksa komşularla sıfır sorun olur mu? Komşu ülkelerle daima problemler çıkar. Bizim İran konusunda Brezilya’yla birlikte yaptığımız doğruydu ama... BM Güvenlik Konseyi’nde aleyhte oy vermemiz yanlıştı, bir diplomasi hatasıydı. Türkiye BM’de oylamada çekimser kalmalıydı.

Niye? Tutarsızlık olmaz mıydı bu?


Olmazdı. Çekimser oy, “kusura bakma ben senin bu kararına katılamıyorum” demektir. Aleyhte oy ise çok semboliktir ve “ben sana tamamen karşıyım” anlamına gelir. Anladığım kadarıyla, biz çekimser oy verme eğilimi içine girmiştik ama Brezilya’yı ikna edemedik. Brezilya’yla biz aynı değiliz ki. Bir kere Brezilya’nın kendisi temiz değil bu konuda. O da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın kurallarına uymadı ve nükleer zenginleştirme yaptı. İstese nükleer silah yapabilecek hale gelirdi.

Türkiye, İran konusunda neden ABD ile ilişkileri bu kadar gerginleştirdi?


Obama’nın da ilk başta söylediği, İran’la diyalog kapısının açık bırakılması gerektiğiydi. Obama, “İran’a açılım yapacağım” diyordu. Biz işin bu kısmında haklıyız ama işin içinde bir de Müslüman romantizmi var. İran’a karşı bir duygusal dayanışma sergiliyoruz. Başbakan’ın söylemlerinde bu romantizm var. Mesela Sudan hakkında söyledikleri... Onun nazarında Müslümanlar otomatik olarak temiz insanlar, hiç terör yapmıyorlar, jenosit yapmıyorlar.


Peki, doğru mu bu?


Doğrusu şu ki Müslümanlar bir şeyler yapıyorlar. “Müslümanlar hiçbir zaman şiddet kullanmıyor” diyebilir misiniz? Sudan, Taliban, El Kaide... Bunlar Ay’dan mı geldiler? Şiddet kullanmanın Müslüman’ı, Hıristiyan’ı yoktur. 1950’lerde, 60’larda dünyada bütün teröristler Hıristiyan’dı, şimdi Müslüman.

Türkiye Ortadoğu’da güçlü bir ülke olma amacına, müttefikleriyle bu kadar çatışmadan ulaşamaz mıydı?


Müttefiklerimizle çatışmıyoruz. Mesela Kuzey Irak’ta Amerika ile istihbarat alanında bayağı bir işbirliğimiz var. Ama Amerika’dan Karayılan’ı yakalayıp bize teslim etmesini bekliyorsak, böyle şeyler olmaz tabii.

Barzani, Karayılan’ı vermez mi?


Yakalayabilir mi ki? Allah aşkına biz yakalayabiliyor muyuz? PKK’nın yarısı bizde, yarısı orada. Yapabilecekleri ve yapamayacakları şeyler var. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, “bütün Türk ordusunu göndersem, Kandil’le baş edemez” demişti. Bizim emekli havacılar da söylüyor. Kandil Dağı’nı bombalarken, aynı zamanda PKK’yı dinliyorlarmış. “Biz bombardıman ederken, teröristler mağaraların içine girmişler müzik çalıyorlar” diyorlar. Bu bir dağ! Afganistan’da da başa çıkılamıyor dağla... Kürt meselesinin askerî çözümü yok!

Obama ile Erdoğan’ın eski yakınlığı sürüyor mu sizce?


Aralarında iyi bir diyalog var. Obama, İsrail’le ilişkilerde olduğu gibi her şeyini yüzde yüz onaylamasa bile, Başbakan Erdoğan’ı takdir etmeye devam ediyor bence. Aslında Obama bir fenomen. Bundan daha kötü bir durumu devralmış bir başka Amerikan başkanı bulmak çok zor. Karşısında vahşi bir muhalefet var. Yaptığı şeylerin hepsi doğru ama tutunamıyor. Yahudi lobisi, Obama’ya, Filistin politikasını değiştirtti.

Batı dünyası neden Türkiye’nin ekseninin kayıp kaymadığını tartışmaya başladı?


İsrail’le ilişkiler, lobiler derken daha çok Amerika’da tartışılıyor eksen kayması. İran’la ilişkilerde bir fazla duygusallık var. Buna eksen kayması demek doğru değil ama... İran’la bu kadar samimiyet de biraz fazla değil mi diye insanın aklına gelmiyor değil. Ahmedinejad dünyada büyük prestiji olan bir insan değil yani...

Davutoğlu’nun “Kudüs başkent olacak, orada namaz kılacağız” türünden, diplomaside pek rastlanmayan sözlerinin bu algıda etkisi olmuş mudur?


Çözüm olunca zaten Batı Kudüs İsrail’in, Doğu Kudüs de Filistinlilerin başkenti olacak. Herhalde Davutoğlu da Doğu Kudüs’ten söz ediyordu, Batı Kudüs’ten değil. Ama gidip orada namaz kılacağım derseniz... Yalnız gene de bir kişinin hakkında karar verirken sadece bir noktadan tutturmamak lazım. Davutoğlu’nun dış politikaya genel yaklaşımı gayet yerinde. Ben Davutoğlu’yu çok başarılı buluyorum. Vizyonu da, uygulaması da iyi.

Dış politikada yapılan en büyük hata hangisi sizce?

Üslup ve retorik çok önemlidir. Bu retoriğe lüzum yok. Birden bire İran’a sahip çıktık. İsrail’in nükleer silahı varken, İran’ın niye olmasın diyoruz. İsrail 1960’tan beri bir nükleer güç. Bu durum, İran’ın nükleer silaha sahip olmaya hak kazanması neticesini vermez. Zaten İsrail’in yaptığı doğru değil, o zaman Ortadoğu’da durum büsbütün zorlaşır. Bakın bugün sorsanız Körfez ülkelerine hangisinden daha çok korktuklarını sorsanız, İsrail onlara vız geliyor. İran’dan korkuyorlar. İran bir kere Şii. Bizim retoriğimiz biraz yanlış. 

İç politikanın dış politikayı tutsak aldığını söylediniz. Hükümetin İran’a bu kadar sahip çıkması iç politika yüzünden mi? Türkiye toplumu çok mu İran yanlısı?


Biz İran’a haksızlık yapıldığı kanaatindeyiz. Oysa İran’ın tamah edilecek bir rejimi yok. Üstelik İran bölge için bir tehlike. Çok yeraltı faaliyeti var İran’ın. Irak’ta yapmadığı kalmıyor. İran’la tabii ki komşuluk ilişkilerimiz olacak, ticaretimiz artacak ama...

Kendi Kürt meselesini halledememiş bir ülkenin, “biz dünyadaki sorunlarda arabulucu oluruz” demesi ve bu role soyunması biraz çelişkili bir durum değil mi?


Birçok ülke bunu yapıyor. Kendi sorunlarını halletmeden başkasının işlerini halletmeye koyuluyor. Ama şu var tabii. Türkiye’nin bugün en öncelikli sorunu Filistin meselesinin çözümü değil, Kürt meselesinin çözümüdür. Kendi önceliklerimizi bilmeliyiz. Başka ülkelerin sorunlarının gündemin başköşesini işgal etmesi doğru değil. Filistin meselesi halledilmese, bana fazla bir şey olmaz. Ama halledilmeyen Kürt meselesi toplumsal çatışma yaratma tehlikesi taşıyor. Kürt meselesinde çok büyük hatalarımız var bizim.

En büyük hata nedir?


Cumhuriyet’in en büyük başarısızlığı Kürt meselesidir. Çünkü ilk başta asimilasyon politikası gütmek istedi, o zaman için doğruydu ama onu da beceremedi...

Niye beceremedi sizce?


Asimilasyon okulla olur. Fransızlar öyle yaptı ve çok başarılı oldu. Devlet, Kürtlere ve özellikle de kızlara her şeyden önce Türkçe öğretecekti, öğretmedi. Kürt kadınları hâlâ Türkçe konuşamıyor. Diyarbakır Belediye Başkanı Baydemir bir toplantıda güzel söyledi. “Annelerimize Türkçe öğretselerdi, bu mesele bitmişti” dedi. Genelkurmay Başkanı geçenlerde bir Kürt kadınla konuşmak için tercüman kullandı. Bu başarısızlık değilse, nedir o zaman başarısızlık?

Asimilasyon bitti mi?


Artık asimilasyon politikası uygulanamaz. Kimliklerinin farkına vardılar, o dönem bitti. Şimdi entegrasyon politikasını uygulama dönemi. Kimliklerini tanıyacaksınız, başka çare yok. Taş atan çocuklara da öyle cezalar vermeyeceksiniz.

Dış politikaya dönersek... Erdoğan ve Davutoğlu, Amerika ve İsrail’le ilişkileri bilinçli mi gerdi yoksa bir noktadan sonra onları olaylar mı sürükledi?


Olaylar tarafından sürüklendiler. Aslında olay “One minute”le de başlamadı. Başbakan Erdoğan daha önce İsrail için “jenosit” lafını kullandı. İsrail için bu laftan daha büyük bir şey olamaz. Bu retorik çok önemli. Çünkü söylem sonunda politika haline geliyor. Kürsüden bir laf ediyorsunuz, onun arkası, devamı da politika oluyor. Çünkü bu söylem ilişkileri etkiliyor. Söylenene çok dikkat etmek, ölçüyü kaçırmamak lazım.

İspanya’nın dönem başkanlığında Türkiye, AB’ye üyelik yolunda sadece bir faslı açabildi. Hükümet AB yolunda biraz yavaşladı mı?


Yavaşladı, reformlarda hiçbir şey yapmıyor hükümet. Mesela Heybeliada Ruhban Okulu’nu açmak çok basit bir şey. Eski statüsü neyse, ver olsun, bitsin. Ama bizde hep böyledir. Bir projeye büyük bir heyecanla başlanır, sonra en ufak bir eleştiride, muhalefette, acaba bu bana iç politikada pahalıya mı patlar denir ve o proje, açılım bırakılır. Şimdi işte bu yaşanıyor.


*Bu röportaj 5 Temmuz 2010 tarihinde Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.



***