13 Nisan 2013 Cumartesi

Pusula - PKK-Atina Bağlantısı

Pusula - PKK-Atina Bağlantısı

10.07.1995

BELGESELİ HAZIRLAYAN
SAYIN MİTHAT BEREKET E TEŞEKKÜRLER EDERİM...

İZLE; 
Pusula - PKK-Atina Bağlantısı - 10.07.1995 - Dailymotion video







..

Sadettin Tantan Anlatıyor Pusula -(25 Nisan 2000) - Dailymotion video

Sadettin Tantan Anlatıyor Pusula -(25 Nisan 2000)


TERÖR, KARA PARA, İŞKENCE, POLİS, İÇİŞLERİ BAKANI,YOLSUZLUKLAR,




Sadettin Tantan Anlatıyor Pusula -(25 Nisan 2000) - Dailymotion video




..

2008 de SÖYLEDİK SÖZÜMÜZ SÖZ YERİNE GETİRECEGİZ TERÖRÜ BİTİRECEK TEK ÇÖZÜM ! - Dailymotion video

ÜLKEYİ KENDİNİ BESLEYEN EFENDİ KONUMUNA GETİRECEGİZ '' TARIM VE KOBİLERE DESTEGİ BİZ VERECEGİZ


İZLE;

2008 de SÖYLEDİK SÖZÜMÜZ SÖZ YERİNE GETİRECEGİZ TERÖRÜ BİTİRECEK TEK ÇÖZÜM ! - Dailymotion video






...

2009 DA SURİYEDE VE IRAKTA Kİ PKK YA NASIL AF GETİRİLDİ.. - Dailymotion video

2009 DA SURİYEDE VE IRAK,TA Kİ PKK YA NASIL AF GETİRİLDİ..


İZLE.;
2009 DA SURİYEDE VE IRAKTA Kİ PKK YA NASIL AF GETİRİLDİ.. - Dailymotion video




..

11 Nisan 2013 Perşembe

Bir Babadan Mektubunuz var...


 
Bir Babadan Mektubunuz var...

 



SAGIR SİYASET & KÖR POLİTİKA

Sayın Başbakanım....

Bir babadan Mektubunuz var...
Okumama Müsade ediniz..


SAYIN BAŞKANIM..

Birbirinden başarılı iki oğul babasısınız. Oğlunuz Burak alnının
teriyle genç yaşta gemi aldı. Diğer oğlunuz Bilal, Dünya Bankası'ndaki
başarılarıyla stratejik ortağınız Amerikan başkanı Bush'un bile
iltifatlarına mazhar oldu. İkisi de pırlanta gibi, Allah bağışlasın.


Demem o ki, bir evlat nasıl yetişir, bir baba evladına baktığında nasıl

içi titrer, nasıl burnunun direği sızlayarak sever biliyorsunuz...


Ama oğlu ertesi gün askerlik kurası çekecek bir baba o geceyi nasıl

geçirir, Güneydoğu'yu çeken oğlunu otobüse nasıl bindirir, 15 ay
boyunca geceyi gündüze nasıl ekler, saat başı haberlerini nasıl içi
içini yiyerek seyreder, telefonda konuştuğunda "Operasyona gidiyoruz,
hakkını helal et baba" diyen oğluna ne cevap verir, bilmiyorsunuz.


Çünkü dediğim gibi oğullarınızdan biri armatör oldu. Güneydoğu'da deniz

yok, Atatürk Barajı da oğlunuzun gemisi için pek küçük kalır, yakışık
almaz. Yani Burak güvende. Allah bağışlasın.


E diğer oğlunuz Bilal de dediğim gibi Dünya bankası'ndaydı. Şimdi ise

Dünya Bankası her nedense sözleşmesini yenilemediği için The Brooking
Institution'da. İşi düşünce üretmek olan bu kuruluş da geçenlerde
Diyarbakır'ın belediye başkanı Sayın !!!! Osman Baydemir'i ağırlamıştı,
hatırlatırım. Yani sözün kısası Bilal de Washington'da, güvende. Allah
bağışlasın.


O yüzden de "Artık şehit cenazeleri görmek istemiyoruz" diyen bir

vatandaşa gönül rahatlığıyla "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir,
canım kardeşim" diyebiliyorsunuz.


Ben de artık şehit cenazeleri görmek istemeyenlerdenim, bu yüzden ben

de sizin "Canım kardeşim" diye hitap edebildiklerinizdenim. Can
kardeşliğin verdiği samimiyet hissiyle, olanca içtenliğimle merak
ediyorum.


Sayın Başbakan, 5 ayda verilen 50 şehidin ardından, "Askerlik yan gelip
yatma yeri değildir" dediğiniz için; şehitlere "kelle" dediğiniz için hiç
mi utanmıyorsunuz?


Bırakın politikaya devam etmeyi, meydanlarda büyük büyük laflar etmeyi;
hala nasıl sokağa çıkabiliyorsunuz?


Artık neredeyse her gün kalkan cenazelerde o kadar kişi tek bir ağızdan

sizi ve bakanlarınızı yuhalarken ne hissediyorsunuz? Yani mesela, "Yan
gelip değil, can verip yattılar" diye bağırırken binlerce kişi, "Yer
yarılsa da içine girsem" diyebiliyor musunuz?


Orada, şehitlerin cenazesinde, Ajan Smith gözlüklerinizle gizlerken

yüzünüzü, neye daha çok üzülüyorsunuz? Şehitlere mi, düştüğünüz
hale mi?


İktidarınızın ilk günlerinde terör sıfırken dört buçuk yılın sonunda

gelinen durum nedeniyle hiç mi suçluluk duymuyorsunuz?


Şimdi sürekli "şehitlik üzerinden siyaset yapmayın" diyorsunuz ya

meydanlarda. Peki, o zaman tam seçim arifesinde niye şehit aileleri ile
gazilere TOKİ aracılığıyla kurasız ucuz konut veriyorsunuz? Bu durumda
asıl siz şehitler üzerinden siyaset yapmış olmuyor musunuz?


Sayın Başbakan, bir baba olarak soruyorum size. Aynaya baktığınızda ne

görüyorsunuz? Akşam yastığa başınızı koyduğunuzda uyuyabiliyor musunuz?
Kelle deyip geçtiklerinizin ahından korkmuyor musunuz? O mağrur, çocuk
bakışlı erler, onların babasız evlatları, anaların ağıtları, babaların
"Vatan Sağ olsun" derken titreyen dudakları hiç mi rüyanıza girmiyor?


Bir "canım kardeşiniz" olarak olanca samimiyetimle soruyorum. Bu kadar

sevilmemek nasıl bir duygu Sayın Başbakan?



Ha, bu arada. Bir oğlunuz, Bilal, hani stratejik ortağınız Bush'un

iltifatlarına mazhar olan, askere gitmedi. Diğeri, Burak, hani alnının
teriyle gemi alan ise çürük raporu almış. Askerlik yapmayacakmış.



Ne diyeyim. Bilal de, Burak da pırlanta gibi çocuklar. Allah

bağışlasın.


Not Alıntıdır..

Suu79 ..Teşekkürlerimizle..

..


9 Nisan 2013 Salı

ÇELİŞKİLER ÜLKESİ OLDUK.. İŞTE HARMANLANMIŞ GERÇEKLERİMİZ.. | EY – VATAN

ÇELİŞKİLER ÜLKESİ OLDUK.. İŞTE HARMANLANMIŞ GERÇEKLERİMİZ.. | EY – VATAN






http://www.youtube.com/watch?v=BEARDB3cjiE&feature=player_embedded





ÇELİŞKİLER ÜLKESİ OLDUK.. İŞTE HARMANLANMIŞ GERÇEKLERİMİZ.. | EY – VATAN


..

Asın hepsini,

“Asın hepsini!”


Utku Erişik
08.10.2007/Sayı:157



“İstanbul’a bu amaçla tamamen özel olarak geldim. Eğer gelmeseydim bu sonsuzluğa göçen büyük insanın önünde ağlamasaydım, bu sonsuz ayrılığa katlanamazdım. Ona saygı görevimi yapabilmek için İstanbul’a geldim. Gelir gelmez saraya gittim. Büyük arkadaşımın tabutu önünde durdum, eğildim, ağladım.” Bir adam, şanına şöhretine aldırmadan neden İstanbul’a bir tabut önünde eğilip ağlamak için gelsin ki? “Çünkü o büyük insan, yalnız Türkiye için değil, bütün Doğu milletleri için de en büyük önderdi.” O halde, hoş geldin o yılların onurlu insanları arasına, Afganistan Kralı Emanullah Han...


“Asın hepsini!”


Memleketin haline bak! Saç baş yoldurtan bir cehalet bu… Geceyi olabildiğince uzatan, güneşi silikleştiren bir giz, bir gizem… Bir bebeğin ilk kahkahası ile hüzünlenen bir yaşama bıkkınlığı, evde ocakta huzurunu yitirmiş bir “ah vah” çılgınlığı, bir tersine ilerleyiş, koşar adım bir batış, somurtan bir yılgınlık bu…
Ulusça umutla gülümsediğimiz günlere ne oldu?
Gelin, binelim şu harflerin çektiği, sözcüklerin götürdüğü trene… Hadi, 8 Temmuz 1919’un ilk saatlerinde Erzurum’a girelim birlikte…
Mustafa Kemal, Mazhar Müfit Kansu’ya -şimdilik- gizli kalması koşuluyla birkaç not yazdırmaktadır. Bir anı defterinin içine karalanan bu üç-beş satır, o an düşmana cephe cephe tekme indirmeye hazırlanan koca bir ulusun kurtuluştan sonraki yol haritasıdır. Dikkat ediniz, Milli Mücadele tam anlamıyla başlamamıştır henüz; savaşın sonucu bile belli değildir. Bir “deli” çıkmış, sanki kazanmışız gibi, tutmuş bir de kurtuluştan sonra yapacaklarımızı anlatıyor! Bu nasıl bir inançtır böyle!
Unutmadan söylemeli, bu tarih aynı zamanda O’nun askerlikten ve tüm resmi görevlerinden istifa ettiği tarihtir. Yani, hem asker bile değilsin artık, hem de Erzurum’dan yeni bir ülkeye dair notlar düşürüyorsun arkadaşına. Tam deli!
Mazhar Müfit, yazmaya başlar:
“Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir.”
Karıştıralım yakın tarihimizin arşivlerini; bakalım, şimdiki “bir numara” ne demişti:
“Cumhuriyet döneminin sonu gelmiştir.”
Mustafa Kemal, Mazhar Müfit’e yazdırmayı sürdürür:
“İki: Padişah ve hanedan konusunda zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır.”
Peki şimdiki “iki numara” ne demişti?
“Ağabeylerimiz sürekli yanlış yapıyor. Şimdiye kadar, ‘kol kırılır yen içinde kalır’ diyorduk. Bundan sonra demeyecek, tedavi edeceğiz. Partimiz bellidir. Zamanı gelince gereken şeyler yapılır.”




Bağımsızlık mücadelesi verirken tutuklanan adamların cezaevindeki şenliğine katılmak ister misiniz? Evet dört duvar arasında, bu mahkûmları bu denli sevindirecek ne olabilir ki? Hayır, af değil… (Emperyalizm affetmez, unutmayın.) Mustafa Kemal’in ardına düşüp, kendini esir eden duvarların dördünü de parçalamayı başaran Türk Ulusu için sevinmektedir Hintli mahkûmlar… “Kemâl Paşa’nın Türkiye’yi yabancı egemenlik ve nüfusundan kurtarmak için giriştiği çaba ve mücadeleyi hapishanede izliyorduk. Büyük zaferin haberini hapishanede duyduğumuz zaman buna nasıl sevinip, nasıl kutladığımızı unutamam. Sonraları onun devrimlerini okuduk. O zaman bizlerin bu devrimlerin bir tekini bile değerlendirmesi imkânsızdı. Kemâl Paşa’nın giriştiği bu çabayı takdirle karşıladım. O’nun dinamizmi, yılmak ve yorulmak bilmezliği insanda büyük bir etki yaratıyordu.” O zaman sana da selam olsun, ilk anti-emperyalist savaşın verildiği ve ardından gericiliğin tepelendiği bu topraklardan, Hindistan Başbakanı Cavaharlal Nehru…


O günkü partisinden “yenilikçi hareket” olarak ayrılacaklarının konuşulduğu günlerde bugünkü iki numara, bugünkü padişah ve hanedanlığının müjdesini böyle vermişti. Şatafatlı bir genel merkez binası içine padişahlara layık bir genel başkan odası ile padişah misali “sonsöz benim”ciliğe soyundu sonra. Hanedan, halen genişlemekte… Ankara’yı kuşatmış durumda. İşte onun “gereken şeyler”i, Mustafa Kemal’in ülkedeki emperyalist işgale rağmen yaptıklarını yok etmek üzere bir adres değişikliği ve yeni bir tabelaydı…

Mustafa Kemal, Mazhar Müfit’e yazdırdı yine:

“Üç: Kadınların örtünüp kapanması kalkacaktır.”
Şimdiki “üç numara” ne demişti?

“Türban olmasın da, ne olsun? Ben bunu soruyorum.”
Şu tespiti çok açık bir şekilde yaparak devam edelim:
Mazhar Müfit’in yaklaşık 3 yıl boyunca saklayacağı bir sır olan şu 3 madde, onun daha yazarken “hayalperest” olduğunu söylediği Mustafa Kemal’in yapacağı devrimin ilk 3 basamağıdır. Bugünkü “değiştim” numaracılarının, bu ilk 3 adımda bile nasıl tökezlediklerini ve zihniyet olarak bu temelle nasıl çeliştiklerini apaçık görüyoruz.

Emperyalizmin Türkiye’de oynattığı saklambaç oyununda, 85 yıldır bir yerlerde gizlenen ve semiren kaç tane yeşil yılan varsa, hepsi bugün memleketin orta yerinde yekvücut halinde varlığını hissettirmektedir. Sobelenen herkes, “Şimdi ne olacak?” şaşkınlığı içinde debelenmekte. Yanıtını ise sağolsun yine emperyalizm vermekte:

“Sen bilirsin… İster İran, ister Afganistan? Peki ya Malezya’ya ne dersin?”

“Mustafa Kemal olsaydı, bu soruya ne yanıt verirdi?” diye hiç düşünmedim bile. Bu soru hiç sorulamazdı zaten! Ya da Malezya’da emperyalizm güdümlü gericiliğe karşı nasıl bir Milli Mücadele verilmesi gerektiğini anlatır, Şeriata teslim edilen o doğu ülkesinde “Acaba biz Türkiye Cumhuriyeti olur muyuz?” sorusunu sordurtarak ışığını oraya gösterirdi!...
Geriye dönelim yüzümüzü…
Ailesiyle birlikte otururken, radyodan Mustafa Kemal’in ölüm haberini alır almaz şaşkınlıktan ve üzüntüden donakalan bir adam, “Çocuklarım, siz kalınız. Ben gidip Büyük Ata’nın kaybı karşısındaki elem ve üzüntülerimi O’na kendi huzurunda belirtmek istiyorum.” diyerek apar topar bavulunu hazırlayarak evden ayrılır.
“İstanbul’a bu amaçla tamamen özel olarak geldim. Eğer gelmeseydim bu sonsuzluğa göçen büyük insanın önünde ağlamasaydım, bu sonsuz ayrılığa katlanamazdım. Ona saygı görevimi yapabilmek için İstanbul’a geldim. Gelir gelmez saraya gittim. Büyük arkadaşımın tabutu önünde durdum, eğildim, ağladım.”
Bir adam, şanına şöhretine aldırmadan neden İstanbul’a bir tabut önünde eğilip ağlamak için gelsin ki?
“Çünkü o büyük insan, yalnız Türkiye için değil, bütün Doğu milletleri için de en büyük önderdi.”
O halde, hoş geldin o yılların onurlu insanları arasına, Afganistan Kralı Emanullah Han...
Doğunun bir başka ülkesine geçelim hemen…
Bağımsızlık mücadelesi verirken tutuklanan adamların cezaevindeki şenliğine katılmak ister misiniz? Evet dört duvar arasında, bu mahkûmları bu denli sevindirecek ne olabilir ki? Hayır, af değil… (Emperyalizm affetmez, unutmayın.) Mustafa Kemal’in ardına düşüp, kendini esir eden duvarların dördünü de parçalamayı başaran Türk Ulusu için sevinmektedir Hintli mahkûmlar…
“Kemâl Paşa’nın Türkiye’yi yabancı egemenlik ve nüfusundan kurtarmak için giriştiği çaba ve mücadeleyi hapishanede izliyorduk. Büyük zaferin haberini hapishanede duyduğumuz zaman buna nasıl sevinip, nasıl kutladığımızı unutamam. Sonraları onun devrimlerini okuduk. O zaman bizlerin bu devrimlerin bir tekini bile değerlendirmesi imkânsızdı. Kemâl Paşa’nın giriştiği bu çabayı takdirle karşıladım. O’nun dinamizmi, yılmak ve yorulmak bilmezliği insanda büyük bir etki yaratıyordu.”
O zaman sana da selam olsun, ilk anti-emperyalist savaşın verildiği ve ardından gericiliğin tepelendiği bu topraklardan, Hindistan Başbakanı Cavaharlal Nehru…
Emperyalizmin bize seçenek olarak sunduğu İran ne diyor, son olarak da Tahran gazetesine kulak verelim:
“Atatürk gibi insanlar bir nesil için doğmadıkları gibi belli bir dönem için de doğmazlar. Onlar önderlikleriyle yüzyıllarca milletlerin tarihinde hüküm sürecek insanlardır.”
Yani Atatürkçülük bir nesil için değil, belli bir dönem için hiç değil!





Adımların bittiği, nefeslerin durduğu, seslerin kesildiği yerde; Mustafa Kemal’in askeri olmanın verdiği sorumlulukla, ağzında “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” tekerlemesini sakız etmeden, sözü hiç eğip bükmeden, yobaza selam durmadan, baloda Şeriatla vals yapmadan, dimdik durabilen bir Türk subayı vardır…
Bir de, 42 darağacı!
Mustafa Kemal, emperyalizmle ölüm-kalım savaşı verirken, ulus kendini yine kendi azim ve kararlılığı ile kurtarmaya çalışırken ve tüm Anadolu kan ağlarken, “millicilerin” malına ve kadınına saldırtabilecek denli dinden çıkmış bu hoca takımı, yaptıklarını Yarbay Osman’ın ağzından çıkan şu emirle öder: “Asın hepsini!”

Birilerinin sandığı gibi 1923, 1 Ocak 1924’te biten bir yıl değildir yalnızca. 1923’ten söz açtıkça “geride kalan” değil, “ileriye akan” bir nehiri kastettiğimiz unutulmasın. Türk Devrimi’ni övgüyle selamlayan ve kendi tam bağımsızlık mücadelesi için Söylev’i ders kitabı sayan bazı ülkeler, bugün Şeriatın kestiği parmakları sayıyor. Hem de sanıldığının tam tersine, o parmaklar çok acıyor!
85 yıl önce verdiğimiz Milli Mücadele, İznik Başpiskoposu Vassilios’un “Geride bir tek birey kalmamak üzere Türklerin tümüyle yok olmasını nasıl da isterdim!” sözleriyle amacı özetlenebilecek bir emperyalist işgale karşı verildi.

Neden?

“Köle olmamak için iki kat / iki kat soyulmamak için”
Ortada bir eliyle cebimizdekini alırken, diğeriyle geleceğimizi çalan bir hırsızlar ordusu var… Bir numara, iki numara, üç numara ve diğerleri…
“Mustafa Kemal olsaydı, bu durumda ne yapardı?” diye düşünmedim hiç…
Milli Mücadele sürerken, 6 Ekim 1920’de Kadınhanı ve Ilgın’ı, Konya’da ayaklanma çıkaran Delibaş’tan geri alan Yarbay Osman, Akşehir’den geçerken burada 42 hoca tarafından imzalanmış bir fetva yayımlandığını duyar.
Fetvada, “Milli olmak, sultana karşı ayaklanmadır. Bu durumda olanların malları yağmalanır, karıları cariye olarak alınır, kendileri de yok edilir.” denilmektedir.
Hocalara bak sen! Amma yağma ve cariye meraklısıymış hepsi meğer!
Bu fetvadan aldıkları güçle, ulusalcıların mallarını yağmalayan ve kadınlarına el uzatan bu sözümona sultancılar ve bu dinci yalakalar, şehri yaşanmaz hale getirmişlerdir. (Ey halkım! Ben sadece Yunan’la, İngiliz’le, Fransız’la değil; bu cüppeli şerefsizlerle de mücadele ettim. Unutma bizi!)
Yarbay Osman, Akşehir’e girerek bu fetvayı imzalayıp yayımlayan hocaları toplayarak, onlarla Kuran ve ayetlerin yorumları ile ilgili koyu bir sohbete başlar. Sonra da hepsine güzel bir ziyafet çekerek, askerlerin bulunduğu karargâha davet eder.
Hocalar, “kendilerinden” bir yarbay tanımanın verdiği mutluluk ve heyecanla karargâha girerler. İçeride ilerledikçe, havanın hiç de sandıkları gibi sıcak olmadığını anlarlar. Az ötede onlar için bir “son durak” vardır çünkü…
Adımlar yavaşlar, nefesler derinleşir, sesler azalır…
Adımların bittiği, nefeslerin durduğu, seslerin kesildiği yerde; Mustafa Kemal’in askeri olmanın verdiği sorumlulukla, ağzında “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” tekerlemesini sakız etmeden, sözü hiç eğip bükmeden, yobaza selam durmadan, baloda Şeriatla vals yapmadan, dimdik durabilen bir Türk subayı vardır…
Bir de, 42 darağacı!
Mustafa Kemal, emperyalizmle ölüm-kalım savaşı verirken, ulus kendini yine kendi azim ve kararlılığı ile kurtarmaya çalışırken ve tüm Anadolu kan ağlarken, “millicilerin” malına ve kadınına saldırtabilecek denli dinden çıkmış bu hoca takımı, yaptıklarını Yarbay Osman’ın ağzından çıkan şu emirle öder:

“Asın hepsini!”

Ne demiştik? Mustafa Kemal’in Mazhar Müfit’e yazdırdığı ilk 3 maddedir temelimiz. Bu 3 madde aynı zamanda, yobaza karşı kurulan darağacının 3 ayağı olmuştur ve olacaktır!


http://www.turksolu.org/157/erisik157.htm



6 Nisan 2013 Cumartesi

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli YEMİN EDİYOR TBMM 2011


CHP GENEL BAŞKANI Kemal Kılıçdaroğlu YEMİN EDİYOR


'' CUMHURBAŞKANI SIFATIYLA YEMİNİM ''

YEMİN TÖRENİ....


BAŞBAKANIN YEMİN TÖRENİ....



BAŞBAKANIN YEMİN TÖRENİ....



BAŞBAKANIN YEMİN TÖRENİ....
HATIRLATALIM DEDİK.. ( BUGÜNE UYARLAYIN ARTIK )



http://www.youtube.com/watch?v=F0yK1haUdfk


 




HÜRRİYETİN ELİNDEN ALINMADAN DOĞRU KARAR VERMEK ZAMANI.. - Dailymotion video

HÜRRİYETİN ELİNDEN ALINMADAN DOĞRU KARAR VERMEK ZAMANI..


HÜRRİYETİN ELİNDEN ALINMADAN DOĞRU KARAR VERMEK ZAMANI.. - Dailymotion video


..

1 Nisan 2013 Pazartesi

SELE GİDEN DEVLET

Sele giden devlet


Agah Oktay GÜNER

agahoktayguner@hotmail.com




Biz toplum olarak güzel geleneklerimizi ne yazık ki çok kaybettik. Yabancı seyyahlar hatıralarında gürültüsüz, huzurlu hayatımızdan hayranlıkla bahseder. Mareşal Moltke: “Koskoca Osmanlı ordusunun sabah sessizce toplandığını, uyandığı zaman sadece kendi çadırının kaldığını hayretle ve ibretle anlatır. Sonra der ki; bizim 50 askerimiz yolda yürüseler neredeyse bir saatlik mesafeden gürültülerini duyarız. Osmanlı ordusu, 100 bin askerini tek ses çıkmadan yürütüyor.” Busbeck’ten Pierre Loti’ye pek çok yabancının hatıraları hayranlık tespitleriyle doludur. Bugün ne yazık ki toplu yaşadığımız her yer akıl almaz bir gürültü içindedir. Gürültü; siyaset ve devlet hayatımızı da işgal etmiştir...
Hatırlarsanız AB ile Türkiye arasında imzalanan “Gümrük Birliği Anlaşması” Ankara’da Kızılay meydanında anlı şanlı isimlerin, hükümet temsilcilerinin katıldığı havai fişek törenleriyle kutlanmıştı. Yandaş olmayı gazetecilik sayan medya, AB’ye üye olduk diye sevinç manşetleri atmıştı. Aynı durum; İmralı süreci, terör başının mektubu konularında günlerce süren nutuklar, tartışmalar, gürültüler içinde yaşandı. Oyun çok güzel tezgâhlandı. Önce açlık grevleri başladı, Apo’nun ikazıyla grevler son buldu. Böylece onun terörün çözümünde tek güç olduğu vurgusu yapıldı. Bu arada devletin üst kademe bürokratları hiç şüphesiz Başbakan’ın bilgi ve talimatıyla Apo ile buluşmalara ve görüşmelere devam etti. Gazete sütunlarındaki kalemini kırarcasına yürütülen dalkavukluk yarışı, yetiştirdiğimiz insanların onurunun ne kadar küçük olduğunu gösteren utanç belgeleri olarak yerlerini aldı. Terörbaşının mektupları Kandil’e ve Avrupa’ya gitti. Onlara bilgi veriliyor. Onların onayı alınıyor. Bu arada Apo’nun mektubu bir manifesto gibi kamuoyuna sızdırılıyor. Arkadan Diyarbakır mitingi geliyor. Bu mitinge yine terörbaşı bir mesaj gönderiyor. Meclis’teki temsilcisi okuyor.
Tabloya namuslu akılla bakarsak Öcalan PKK’ya, akıbeti belirsiz bir dışarıya çıkma sloganıyla derlenme, toparlanma zamanı kazandırmıştır. Geniş bir propaganda bombardımanı ile Diyarbakır’daki tablo sağlanmıştır. Buna karşılık bizim siyaset adamlarımız: “Çok yazık, Türk bayrağını göremedik” diyor. Gel de değirmencinin hikâyesini hatırlama! Sel gelmiş değirmeni götürüyor. Karısının elinden tutup yukarı fırlayan değirmenciye kadın: “Herif, dikiş yüksüğüm değirmende kaldı” diye bağırıyormuş. Devletin ciddiyeti, hukuku, haysiyeti, anayasası sele gitmiş, bu efendiler bayrak yok diye hayıflanıyor. Herhalde bayrak sopalarıyla kendi başlarına vuracaklar. Gerçekten bayrağı düşünseler bu rezillikler yaşanır mıydı?
AB meselesindeki hüsranın, bu konuda da yaşanacağı aşikârdır. Terörle mücadelede de çok yanlış yoldayız. Terör, tarihi perspektifle ele alınmalıdır. Terör nereden çıktı? Neden başımıza bela edildi? Bu kuklaları oynatan ipler kimlerin elinde. Önce bu soruları sorup, bunların cevabını almak lazım. Aksi halde kendimizi aldatmaktan öte bir iş yapmış olmayız. PKK’dan önce ASALA vardı. ASALA’nın katilliği, kan içiciliği, gereken yapılınca durdu. Fakat sahne boş kalmadı yerini PKK aldı. Dikkat edersek son 3 aydır DHKP-C’nin eylemleri arttı. Terör örgütünün adı değişir ama terör devam eder. Türkiye’nin teröre karşı başarılı olduğu dönemlerde İran, Irak, Suriye ve İsrail’le yürütülen bilgi, istihbarat alışverişine dayanan verimli bir işbirliğimiz vardı. Hükümetimizin çok başarılı dış politika(!) çalışmalarıyla bu alışveriş bitti yerini hasım, düşman uygulamaları aldı. Dış politikamızın geçmişi gerçeklere dayalı idi. Gazze’yi düşünmek, diğer ülkelerdeki Müslümanlar için acı duymak, onlara derman olmaya çalışmak şüphesiz takdir edilmesi gereken davranışlar. Ancak Kerkük Türklüğünün çilesine bigâne kalmak, Suriye Türklüğüne gözlerini yummak niye?..
Türkiye deprem bölgesindedir ve Türkiye terör bölgesindedir... Depremleri nasıl tabii kabul ediyor tedbir alıyorsak, terörü de öyle tabii kabul edeceğiz ve tedbirini alacağız.
Teröre karşı devletimiz, Büyük Millet Meclis’inde “Milli Bir Politika” tespit etmelidir. Ancak böyle bir politika ile terörün arkasındaki aktörleri tanır, bize kurulan tuzakları anlarız.

http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=26234

..




21 Mart 2013 Perşembe

Sahte insan sahte demokrasi


Sahte insan sahte demokrasi





Yekta Güngör Özden



 

Mart ayı üzücü olduğundan çok düşündürücü olaylarla geçiyor. Siyasal çalkantılar hızla sürerken ekonomik güçlükler giderek artıyor. İktidarın çizmeye çalıştığı pembe tabloların kofluğu her gün daha iyi anlaşılıyor. Avrupa’da sıkmabaşlı öğrencilerin okullardan çıkarıldığı dönemde Milli Eğitim Bakanlığımızdaki atamaların rekor düzeye ulaştığı haberleri sayfaları dolduruyor. Kadrolaşma öyle yaygınlaştı ki İstanbul Ticaret Odası Başkanlığı seçimlerini AKP’nin kazandığı yazılıyor. Her yeri ele geçirmek, köktendinci düzeni gerçekleştirmek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Yıllardır Baro, Oda, Vakıf, Dernek seçimlerindeki örgütlenmeler, dış destek değişik boyutlarda yükseliyor. İlericilerin dağınıklığı ve yavaşlığı (tembelliği demek daha uygun ama dilime yakışmadığını sanarak aymazlığı diyorum) ilgisizlik ve geçimsizliği gericilerin gücü oluyor. Anayasa Mahkemesi’nin yabancılara toprak satımına ilişkin iptal kararının yürürlüğü durdurmadan, üstelik Resmi Gazete’de yayımlanmasından üç ay sonra yürürlüğe girmesi soruna yararlı bir çözüm getirmeyecek, çıkarcılar hemen yaygaraya başladı. Kimileri de siyasal görüşlerini hukuksallık savıyla sunuyor. Hukukçuluğu fakülte diploması, belki şöyle-böyle yapılmış avukat stajıyla sınırlı kimselerin bağımlı, yanlı görüşleri koşullandırma amacıyla medyada yer buluyor. Kıbrıs konusunda Ankara Anlaşması’yla ilgili protokolün genişletilmesinin Güney Kıbrıs yönetimini tanıma anlamına geleceği boş yere tartışılıyor. RTE iktidarı tersini savunsa da AB arayışı ve tutumu tanımanın gerçekleşeceği yolunda. Bu da KKTC varlığının siyasal ve hukuksal bağlamda sona ermesi demektir. Kamuoyu kandırılarak bir yere varılamaz. RTE-MAT birlikteliği Kıbrıs’ın AB için gözden çıkarılmasını sağlayacaktır.
Yeşil sermayeyi teşvik anlaşmasının sakıncaları gözardı edilmektedir. Her alanda dinci düzen çabası iktidarın vazgeçilmez tutkusu, düzelmesi olanaksız sayrılığıdır. Öğrenci Affı bilime indirilen darbe olarak yeniden yasalaşırken, orman kıyımını getiren 2B yasaları, yabancılara toprak satımı, daha sonra yeni bir Anayasa değişikliği ile AB’ye yeni ödünler birbirini izleyecektir.
Olaylar dizisi
İç ve dış olaylar dizisi, genel karmaşanın korkutucu ölçüsünü ortaya koymaktadır. Cumhurbaşkanı’nın Suriye gezisi için diplomatik özene aykırı biçimde söz eden ABD Ankara Büyükelçisi’nin ağzının payı verilmemiştir. Kendi vahşetlerini, terör girişimlerini unutturmak için AB sürecini fırsat bilerek Türkiye Cumhuriyeti’ni sıkıştırmak isteyen Ermenilere karşı haklı savunmalarda gecikilmiş, güçlü iken güçsüz kalınarak zaman yitirilmiştir. Yıllardır söylenip yazılanlara uzak duran siyasal iktidarlar sözde Ermeni soykırımı için gerçek kusurlulardır. Karşılıklı saldırıları, soykırım olmadığı, Türklere ve müslümanlara kıyıldığı gerçeğini dünyaya anlatamamışlar, anlatılmasına da yardımcı olmamışlardır.
Bu arada KKK Org. Y. Büyükanıt’ın açıklamaları Irak’ın kuzeyinde yuvalanan PKK konusundaki yavanlığı ortaya çıkarmıştır. İktidarın sorumluluğunu ağırlaştıran tutumu yanında PKK militanlarının ülkemize sızdığını söyleyenlerin ne yaptıklarını sormak da yurttaşların hakkıdır. Girişleri önlemek, militanları etkisiz duruma getirmek, yakalamak, sorgulayıp yargılamak, olaylar için yeni komşumuz ABD ile kürt devleti yolunda frensiz hızlanan kürtçüleri uyarmak, kukla Irak yönetimine yükümlülüklerini anımsatmak kimlerin görevidir? İktidarın yakınılan ilgisizliğini iş işten geçtikten sonra tartışmak yerine zamanında uyarmak, öneri ve gerekleri anımsatmak daha uygun değil miydi? Medyanın kimi organları, kimi temsilcileri, kimi yöneticileri konumları nedeniyle basit durumlar için okşaması, pohpohlaması gerçeklerin konuşulup değerlendirilmesini bir süre engellese bile tümüyle durduramaz. Zamanı gelince her şey, her sorumlu ortaya çıkarılır. Terörist sızmalar, halkın tepkisi konularında konuşmalar ilgiyle izlenmektedir. Terör örgütünün silahlı gücünün 1999’da Öcalan’ın yakalandığı zamanki düzeye çıkmasının sorumlularının hesap vermeleri kaçınılmazdır.
Ermeni olayları için Osmanlı döneminde yönetim üzerine düşeni yapamamışsa da sorumlular hesap vermişlerdir. Fransa’da Sen Nehri’nden bir günde 32 Cezayirli’nin cesedi çıkmış, kimse sorumlu tutulmamıştır. Rusların, Almanların, Amerikalıların, İspanyolların, İtalyanların, Bulgarların, Yunanlıların yaptıkları unutulmuştur. Türkiye’nin çevrilip kuşatılması, içinden medya destekli sapkınlarla yıkılması oyunlarının bir perdesi olan ermeni olayları yanlı biçimde verilmekte, gerçekler saptırılmaktadır. Metal Fırtına adlı kitabın amaçlı biçimde yayımlandığı da içeriğinden anlaşılmaktadır. Yayımcısı, günümüz iktidarının önde gelenlerinin becerisiyle sağlandığı vurgulanan sonuç, ABD’nin şahinleriyle gerçekleştirmeyi düşündükleri karşısında Türkiye’yi çaresiz ve bitik göstererek kimi dayatmaları kabule zorlamaktadır. Amerika Uulusal Ermeni Komitesi’yle birlikteliği görüntüleyen bu gelişmelerdeki zaman uyumu ilginçtir. Dışardan ermeni, Kıbrıs, Irak Kürt oluşumu, Ege baskıları yanında içerden mezhepçilik ve ırkçılık yoluyla bölücülük almış başını gitmektedir. Atatürkçü oluşumları özendirip sonra geri çekilen, beklenen destek yerine kösteklemeyi uygun bulanlar şimdilerde birleşme, dayanışma, yeni oluşum çağrıları yapmakta, özveriyle çabalayanlar için “Halk bunlardan alerji duyuyor” yalanıyla duygusallığını açıklayanlar bunama belirtisi sayılacak davranışlarla yeni çelişkiler sergilemektedir. Gericiler tüm kötülüklerini ve düşkünlüklerini din kisvesiyle örtmeye çalışırken hukuka aykırı, gereksiz, sansür sayılacak durdurma işlemleri dayanak bulabilmektedir.
Hukuksal teknik ve içerik yönünden çok zayıf düzenlemeler birbiri ardına yürürlüğe konulmakta, düzeltme ve erteleme istekleri dudak bükülerek karşılanmakta, iktidarın kendini ve yandaşlarını koruma-kollama amacıyla çıkartıp başarı kanıtı olarak gösterdiği düzenlemelerin kimleri yeniden sahneye çıkardığı ve çıkaracağı daha iyi anlaşılmaktadır. Muvafakat partileri durumunda olayları kıyıdan izleyen muhalefet partileri aykırılıkların üzerine gidecek yerde “Ben olsam sıkmabaşı gerçekleştiririm” iletisiyle inanç sömürüsünden medet ummaktadır. Ceza Yasası yakınmaları yoğunlaşmıştır.
Değişik bahanelerle yeşil bayraklı yürüyüşler, terör örgütü ve elebaşı lehine slogan atmalar, ayrılıkçı kalkışmanın direnişini göstermektedir. Bunlara etkin önlem yerine 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde yürüyen kadınlara polis şiddeti uygulaması iktidarın iç yüzünü açıklayan olumsuzluklardan biridir. 3 Mart 1924 Devrim Yasaları’nın 81. Yıldönümü kutlamaları gereken, özlenen coşku yerine bir-iki etkinlikle geçmiştir. İstanbul Kadın Kuruluşları’nın etkinliği ilgi çekmişse de gericilerin yıpratma ve amaçlı yansıtmalarıyla gölgelenmek istenmiştir. Büyük kentlerde kürtçe konuşma salgınına her yerde rastlanmakta, Anadolu’nun özellikle güneydoğusunda Türkçe konuşanlara kızgınlıkla bakılmakta, kendi ülkesinde yabancılaşma kuşkusuna kapılanlar olduğu yakınmaları duyulmaktadır.
Ayrılıkçılar boş durmamakta, uçaklarda doğru dürüst Türkçe anons anlaşılmazken kürtçe anons yapılması istenmektedir. Türkçe’yi öğrenmeleri için, zorunlu ve kesintisiz eğitim için okula gitmeye çağrı yoktur. Diyarbakır’da yaşları 9-12 olan dört kardeş ile üvey annelerinin giysilerinde sakladıkları 25 tabanca ve 24 şarjör dehşetin kanıtıdır. Türkiye’deki cezaevlerinde 2004 yılı sonuyla 57 bin 930 hükümlü ve tutuklu bulunduğu açıklaması herkesi düşündürmelidir. Değişik tipte 417 kapalı cezaevi, 41 açık cezaevi, 3 çocuk ıslahevi, kadın tutukevi, 2 kadın açık cezaevi, 1 çocuk cezaevi ve 3 çocuk tutukevi çalışır durumda. Sokak çocuklarının içler acısı durumu, tinercilerin saldırıları, gasp olayları konusunda etkin önlem beklenirken sıkmabaşlılara ayrıcalıklı polis uygulaması siyasallaşma olumsuzluğunun nerelere uzandığının yeni örneğidir. Bn. Emine Erdoğan’ı protesto eden gruplarda başı açıklara sert davranma yanlılık, yandaşlık açıklamasıdır.
İstanbul Alman Kilisesi Rahibi ve Alman Evangelistlerin İstanbul’daki pastörü Holger Nollman’ın Lozan karşıtlığını açıklarken dinci oluşumlara destek verdiği yayınları ilgi dışında tutulmamalıdır. DEHAP İl Başkanlarının “Kerkük, kürt şehri kabul edilmeli” bildirimleriyle federasyon isteyecek siyasal kuruluşun Meclise girebilme çağrıları bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Bu tehlikeli gelişmeleri bırakan siyasal iktidar öncüleri ülkemiz için sakıncalı Başkanlık sistemiyle akıllarını bozmuş görünmektedir. Atatürk’ün sanki yeryüzüne parlamenter sistemi getirdiğini söyleyen varmış gibi tersini söyleyerek Türkiye’ye getirdiği sistemi değersiz gösterme çabaları kimlerin nerede kaldıklarını göstergesidir.
Duruşmalarında tekbir getirerek olay çıkaran Hizb-ut Tahrirciler, Atatürk’ü Türk büyüğü saymayan bürokratın yükseltilmesi, Atatürk’e ve dil devrimine kötü sözlerle saldırıp tarikatçıları övenlerin korunması, yasak derneklerin kurulup Belediye salonlarına zorla girmesi herkesi duyarlılığa çağırmalıdır. Medya sokakları yazmakta, salonları yansıtmamaktadır. 8 Mart’ta Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlenen Dünya Emekçi Kadınlar Günü Toplantısı’na bir sözcükle bile yer verilmemiştir.
İşsizler Derneği Türkiye’de işsiz sayısının 12 milyona yükseldiğini duyurmaktadır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Komiserliği 2004’te 16 bin 200 mültecinin Türkiye’den yabancı ülkelere sığınma istemiyle başvuruda bulunduğunu açıklamıştır. Türkiye’nin 2005 Ocak ayı cari işlemler açığı %73 artarak 640 milyon dolara yükselmiş, dış ticaret açığı da %68.3 artarak 1 milyar 648 milyon dolar olmuştur. Protesto edilen senet 2003’e göre 2004’te %23 artmıştır. Değerleri de fazladır. Batık tüketici kredilerinin tutarı 835 milyon YTL’dir. Bunlar Yöneticileri ilgilendirmez, aydın bilinenleri etkilemez görünürken kara-yeşil para gizli girişlerinden söz edilmektedir. Daha anlatılıp yazılacak neler neler var. Bir dergide gözüme ilişti, İstanbul’da düzeyli 43 lokantadan 28’inin adı yabancı. Özenti nerelere götürür, ne getirir, kaç kişi düşünüyor? Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü kapandı. Irak Parlamentosu yeni üyeleriyle toplandı. Trafik kazaları dur durak bilmiyor. Yargıtay Ceza Genel Kurulu laikliğin korunmasının gerekmediğine ilişkin kararının tersine yeni bir karar aldı. Olumlu olumsuz olaylar dizisinden kimilerine ilişkin yazılı çizelgemizi burada kesiyoruz.
Sahtecilik
“Bozulmayan yer mi kaldı?” sorusuna yanıt vermek güç. Gerçekten kurumlar, kişiler derin bir yozlaşma içinde. İktidara yaranmak ya da hışmına uğramamak için davranışları bozulanları kimi gün gülerek, kimi gün tiksinerek izliyoruz. Ezgili uyumla çalışanlar, mevki-makam gözetenler, beklenti içinde olanlar, okuduğunu anlamayıp yetkilerini duygusallıkla kullananlar, daha niceleri... Sokağa çıktıkları zaman ne yapacaklar, ne diyecekler, göreceğiz. Üstlerinden çekinip insanlığı unutanlar, mıymıntılar, pısırıklar, tören borazanları, siyasal kalpazanlar, siyasal ortaoyuncuları. Resmi giysiler aldatmasın. Yıllardır yakındığımız “Sahte Atatürkçüler” nitelememiz gereken yankıyı bulmuyor. Önceki Bakanlardan biri söyleyince “Acaba kimleri amaçladı?” sorusuna yol açtı. Tören-toplantı, rozet ve resim Atatürkçüleri, iktidar yalakalığına soyunup gerçek Atatürkçülerden uzak durmaya çalışan korkaklar, yüreksizler, Atatürkçülüğümüzü fazla ve zararlı bulan kendini bilmezler, çıkarcılar gösterişçiler, gizli ve maskeli Atatürk düşmanları. Bunlar, bilinen köktendinci, bölücü Atatürk ve Türkiye düşmanlarından daha tehlikelidir.
Sahtecilik şaşırtıcı olaylarla tüm çirkinliğini ortaya koyuyor. Önceki yıllarda sahte doktor, sahte mühendis, sahte avukat, sahte subay, sahte polis, sahte öğretmen, sahte müdür, sahte öğrenci, sahte diş hekimi, sahte ebe, sahte memurdan söz edilirken şimdilerde andına bağlı kalmayan, sahte (ikinci kez) oy kullanan siyasetçilerden söz edilir oldu. Verdikleri sözleri tutmayanlar, unutulanlar zincirine olmadık isteklerde bulunanlar, olmayacak işlere karışanlar, siyasal gezegenler eklendi. Giderek sahte (korsan) kitap, kaset piyasaya çıktı. Önceleri olursuz alıntılar, aktarmalar, aşırmalar vardı. Sonra kokuşmuş et, sahte yağ, sahte içecek, sahte gıda maddeleri derken şimdilerde sahte içkiler, sahte (hormonlu) sebze ve meyveler, sahte ilaçlar üretildi. Ne biçim insanlık, ne biçim demokrasi, ne biçim din anlayışı var, tanımlanır gibi değil. Sahte para, sahte pul, sahte diploma, sahte mücevher, sahte nüfus cüzdanı, sahte nüfus kaydı, sahte pasaport, sahte kimlik, sahte adres, sahte hesap, sahte tapu, sahte evlenme (zina ceza nedeni olmasa da boşanma nedenidir, imam nikahı zinadır), sahte boşanma, sahte nişanlanma, sahte ad, sahte soyad, sahte süt, sahte yoğurt salgın durumda. Hayali ihracat da bir sahteciliktir. Sahte fatura (naylon fatura), sahte kayıt, sahte tablo durumları üzerken insanların gerçek anlamda ve gerçek nitelikte insan olmamasından kaynaklanan sahteciliklere tanık olunmaktadır. Sahte bilirkişi raporu, sahte karar bile duyulmuştu. Bu kötülüklerin işlendiği, bunları uygun bulanların yaşadığı ülkede demokrasi olabilir mi? Resmi yapılarla deprem konutları başta olmak üzere yapı bozuklukları, yol bozuklukları, alış veriş sahtecilikleri de bu kapsamdadır. İnsanların sahte olduğu yerde demokrasi geçerli olmaz. Yalnızca sahte taşıt kullanma belgesi (ehliyet) sahtecilikleriyle, ekonomik sahteciliklerle değil, siyasette sahtecilikle savaşım vermek gerekir. Yaraşır bir ortam, esenlikli bir yaşam için bu uğraşı öne almak gerekir. Başta medyanın büyük kesimi, bilim ve yargı çevreleri, demokratik kitle örgütleri, yasal organlar, özel kesim her yerin durumu yeterince biliniyor sanırız.

Bu da sahtecilik

Tutumlarındaki aykırılık ve tutarsızlık nedeniyle kendileriyle konuşmayı kabul etmediğim kimi gazete ilgilileri başka gazete ve dergilerle yaptığım konuşmaları kendileriyle yapmışım gibi vermekte kezlerce açıkladığım “İlgim olmamakla birlikte sonuçlarıyla uygun bulduğum”u söylediğim 28 Şubat takıntılarına beni de katmaya çalışmaktadırlar. Yalanın karasına bulaşmış bu ahlaksız kişiler ayrıca kimi arkadaş-dostla aramızı açmak için hiç söylemediğim sözleri söylemiş gibi göstermekte ya da kendi amaçlı yorumlarıyla ters yansıtarak şeriatçı değirmenlere su taşımaktadırlar. Dindar dürüst olur. Din bir anlamda insanlığı amaçlar. İftirayla, saldırıyla alınmak istenen sonuç geçerli olamaz. Atatürk ve Türkiye düşmanlarıyla asla konuşmam. Din sömürücüleriyle asla görüşmem. Yolsuzluk ve ahlaksızlık içinde olanları tanımam bile. Gerçek kimliklerini saptayıp amaçlarını anlayınca ilişkimi tümden kestiğim kimi sakıncalı, tehlikeli çıkarcının şimdilerde kralın soytarısı gibi değişik organlardaki görevlilerin çevresinden ayrılmadıklarını görüyor, duyuyorum. Bunlara kanıp bunların yardım ve aracılığını isteyenlerin düzeylerindeki düşüklük insanı ürpertiyor. Yalanı, abartıyı, yapaylığı ve yüzsüzlüğü, ziyaret, armağan, yemek vs. ile örtmeye çalışan, hastalıkları belirginlerin sözleriyle yol alanlar çıkamayacakları çukura düşecekler. Mevki, makam, etiket, rütbe, nişan, şilt düşkünlerinin yanında ya da yakınında değilim. Söyleneni anlamayan, yazamayan, yansıtamayan, hatta saptıran bir iki çocuk muhabire dayanıp gerçek dışı yayın yapanların insanlıkla ilgileri tartışılır. Benim Anayurt gazetesiyle yaptığım görüşmede özetle anlattıklarımı “itiraf” sayanlar kendi çözümsüzlüklerini açıklamışlardır. Saklanan bir şey yok. Ayrıntıları sayfalar tutacak konulardaki soruları içtenlikle ve özetle yanıtladım. Yalandan tiksinirim. Söylediklerimin hepsi doğru dosdoğrudur. Ayrıntılarını yazacağım anılarımda belirteceğim. Kimsenin yalanlaması ya da alaya alması gerçeği değiştiremez. Herkes kendi kişiliğini çizer. Yanlış alıntılar, teypten çözme hataları beni bağlamaz. Örneğin Şevket Kazan’ın bana emeklilik kutlaması gönderdiğini söylemedim. Bülent Ecevit’le Necmettin Erbakan’ı söylemiştim. Daha Fethullah Gülen’in imzalı mektuplarını açıklamadım. Şevket Kazan’ın “mahçubiyet” sözü de kendini ilgilendirir, beni etkilemez. Yaptıklarımın ve söylediklerimin hiçbirinden pişmanlık duymadım. Şevket Kazan, beli ağrıyanların taşıtta kullanacakları oturma gerecini bana gönderdiğini unutmuş görünüyor. Önemli değil. Gocunacak bir şeyim yok. Kimin ne olduğunu herkes biliyor. Gerçekleri saptıran, kişilikleri gölgelemeye çalışan, onurlulara katlanamayan gericiler ne yazıp söyleseler elde edecekleri bir şey yoktur. Tüm kötülere ve kötülüklere karşın ödünsüz çabalarımızı içtenlikle ve kararlılıkla sürdürüyoruz.
Yineliyorum, sahte milliyetçiler, sahte demokratlar, sahte dindarlar ve sahte Atatürkçüler kaçınılası, uzak durulması gereken zararlılardır. Atatürkçülük, lâiklik, ulusalcılık konusundaki konuşmalarımızdan sonra hemen telefon açıp “Her şeye rağmen yanınızdayız” diyenlerin birlikte görülmekten nasıl kaçındıklarını, yılbaşı kutlamasına yanıt veremeyecek, aldığı kitaba teşekkür edemeyecek kadar korkup çekindiklerini, emirle sus-pus oturduklarını gördük, görüyoruz, göreceğiz. Bu durumlar bizi küçültmüyor. Bir yıl sonra emekli olduklarında yüzlerine kim bakacaktır? Cartcurtla- zartzurtla bir şey olmadığını anladıklarında çok geç olacaktır.
Bizi AB’ye almayacakları, alacak gibi görünüp-gösterip kendi istediklerini alacak Avrupalılar Lozan’dan değil, Sevr’den yana olanlarla dayanışma içindeler. Bunu anlamayan kimse siyaset yapabilir mi. Ama değişmez yazgı sanki “atın önünde et, itin önünde ot” sözünü anımsatan genel görünüş. Bakalım daha nelerle karşılaşacağız.
Çanakkale Savaşları’nın 90. Yıldönümü’nde Atatürk’ün adına bile yer vermeyen Diyanet İşleri hutbesine ne demeli? Yabancılara ödünle verilip ayrıcalıklı olanaklar tanınırken yurdu kurtarıp devlet kuranı unutmak ve unutturmak her yönden sakıncalı ve kınanacak tutumdur.


Yekta Güngör Özden - Sahte insan, sahte demokrasi

.

AKP DEVLETE KARŞI

AKP  DEVLETE KARŞI 
 
 
 
İnan Kahramanoğlu.,

05.05.2003/Sayı:29




 
AKP hükümeti ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında türban ve şeriatçı kadrolaşma ile başlayan gerilim son olarak Meclis Başkanı Bülent Arınç tarafından düzenlenen 23 Nisan resepsiyonun devlet protokolü tarafından protesto edilmesiyle birlikte tekrar şiddetlendi.
Cumhurbaşkanı’ndan Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına, üst düzey bürokratlardan yargı organları başkanlarına kadar devletin bütün organları Arınç’ın eşinin türbanlı olarak resepsiyona katılacağının açığa çıkmasının ardından tepkilerini sert biçimde ortaya koydular ve resepsiyona katılmayacaklarını açıkladılar. Bu sert tepki karşısında geri adım atmak zorunda kalan ve eşinin resepsiyona katılmayacağını açıklayan Arınç’ın girişimleri ise sonuçsuz kaldı.
23 Nisan resepsiyonunun ardından toplanan ve 7.5 saat süren ve 28 Şubat’ın ardından tarihin en uzun ikinci MGK toplantısıyla AKP-Ordu ilişkilerinde yeni bir sürece de girilmiş oluyor.

 AKP Devlet Savaşı büyüyor

 AKP ve orduyu karşı karşıya getiren ve hükümet ordu çatışması olarak adlandırabileceğimiz sürecin ilk adımlarının da yine Arınç tarafından atıldığı düşünüldüğünde ordunun tepkisini görmezden gelmeye yönelik açıklamaların, oluşan tepkinin şiddetini azaltmaya yönelik bilindik açıklamalardan öte bir anlamının olmadığı ortada.
Zira 3 Kasım seçimlerinin ardından AKP ile orduyu karşı karşıya getiren ilk olay orduyu kastederek “bazı çevrelere inat Meclis başkanlığına aday oluyorum” diyen ve başkanlığa seçilmesinin hemen ardından türbanlı eşini devlet protokolüne sokan Bülent Arınç tarafından yaratılmıştı. Arınç’ın türban zorlamasına TSK’dan yine büyük tepki gelmiş ve Arınç’ı tebrik etmeye giden MGK üyesi komutanlar yalnızca otuz saniye süren bir ziyaretin ardından Arınç’ın makamını terk etmişlerdi.
 
 
 


Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın 23 Nisan Resepsiyonu Devlet-AKP çatışmasının en üst seviyede ortaya çıkmasına neden oldu. Daha önce türbanı devlet protokolüne sokmaya çalışan Arınç bu defa eşini resepsiyona getirmeyeceğini açıklamasına karşın, başta Cumhurbaşkanı ve Genel Kurmay Başkanı resepsiyonu protesto ettiler. Üst düzey devlet bürokrasisinin de protesto ettiği resepsiyon böylece AKP içi bir çay partisine dönüşmüş oldu. Resepsiyonda kendi başlarına kalan AKP’nin sergilediği görüntü aslında şeriatçı hükümetin Türkiye’de ne kadar tecrit olduğunu da ortaya çıkartmış oldu. Şeriatçılar devleti kuşatmaya çalışıyorlar ancak devlet içinde köşeye sıkıştıklarını sanırız hâlâ farkedemiyorlar.

Bu ilk ciddi gerginliğin ardından hükümetin hazırladığı acil eylem planıyla özellikle YÖK yasa tasarısı ve üniversitelerde türbanın serbest bırakılması konusundaki planlarını uygulamaya koyması ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki şeriatçı kadrolaşma çabalarına hız vermesi üzerine Cumhurbaşkanından Dışişleri Bakanlığına kadar bütün devlet organlarıyla AKP karşı karşıya gelmişti.

Bu gelişmeler yaşanırken toplanan MGK’da da hükümet uyarılmıştı. MGK toplantısında alınan kararlara muhalefet şerhi koyarak imza atan dönemin Başbakanı Abdullah Gül’e yanıt bizzat Genelkurmay başkanının ağzından “başbakan irticaya cesaret verdi” denilerek ortaya konmuştu. Bu açıklama aslında AKP’nin hükümette kalmasının artık mümkün olmadığını ve ordunun AKP iktidarının Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerine göz yummayacağını göstermişti.

Çatışmanın en üst seviyeye ulaştığı anda başlayan ABD’nin Irak saldırısı ise gündemi farklı bir noktaya taşıdı. Ancak bu süreç içinde AKP hükümeti bir yandan Kıbrıs ve Irak’ta devlet politikasını hiçe sayarak büyük tavizler verirken şeriatçı kadrolaşma çalışmalarını da sürdürmekten geri kalmıyordu.

Dolayısıyla her ne kadar varolan gerilim azalmış gibi görünse de AKP devlet savaşı alttan alta kızışmaktaydı. 23 Nisan resepsiyonunda ortaya çıkan durum işte tam da bu arka planda yürüyen kavganın patlak vermesinden başka birşey değildi.

 AKP’den devlete şeriatçı kuşatma



 




Abdullah Gül’ün büyükelçiliklere şifreli genelgesi Ordunun büyük tepkisine yol açtı. Genelgede, Milli Görüş teşkilatları ile Fethullah Gülen cemaatine destek verilmesi isteniyordu.

AKP iktidara geldiği 3 Kasım’dan bugüne kadar aradan geçen altı aylık süre zarfında gerçekleştirdiği şeriatçı kadrolaşma operasyonunun bugün ulaştığı nokta Cumhuriyet’in şeriatçı bir kuşatmayla karşı karşıya kalması anlamına geliyor.

 İlk olarak Türkiye’yi 28 Şubat’a taşıyana süreçte Cumhuriyet karşıtı şeriatçı hareket rejimi değiştirecek güce ulaşmış ancak ordunun müdahalesiyle iktidardan düşürülmüştü. Aradan geçen altı yıldan sonra bu kez yine aynı şeriatçı Milli Görüş geleneğinin temsilcisi AKP iktidarda. Üstelik AKP Refah Partisi döneminden farklı olarak Meclis’te anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa sahip ve tek başına iktidar. Böyle olunca da devlette şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerinin engellenmesi oldukça zor hale geliyor.
 
AKP hükümeti iktidara geldiği ilk günden beri planlı bir kadrolaşma faaliyeti içinde bulunuyor ve bu plan bugün de aynı şekilde uygulanıyor.

 THY, TRT, ISDEMİR ve daha birçok önemli devlet kuruluşlarının başına Milli Görüş kökenli kişiler atanmakta. Türbanın serbest bırakılmasına yönelik çalışmalar aynı şekilde devam ediyor. Kadrolaşma operasyonu öyle boyutlara ulaştı ki devletin en gizli belgelerinin bulunduğu Cumhuriyet Arşiv Daire Başkanlığı’na “Molla Üniversitesi” olarak bilinen şeriatçı El-ezher Üniversitesi İlahiyat mezunu Hüsnü Özer atandı. Daha önce de Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü görevine bir Muratbey Balta isimli bir imam atanmıştı.
 
 


 
 
Başbakan Tayyip Erdoğan, idealinin Amerikan modeli bir başkanlık sistemi olduğunu açıktan ifade etmeye başladı. Bu, şeriatçıların, mevcut Cumhuriyet rejimi

içinde kalmak istemediklerinin, bir başkanlık yetkisi ile Türkiye imamlığına soyunmak istediklerinin de göstergesi.

Şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerini engellemeye çalışan cumhurbaşkanı Sezer’in bütün çabalarına rağmen bu atamalara engel olunamıyor. Atama kararnamelerini geri çeviren Cumhurbaşkanı aynı atama kararnamesini tekrar karşısında buluyor. Ataması gerçekleşmeyenler de görevlendirme ile istenilen görevlere getiriliyor.

AKP özellikle son bir aylık süreçte kadrolaşma faaliyetlerini kolaylaştıracak bazı yasal düzenlemeleri de uygulamaya koydu. Sadece emeklilik yaşını 61’e düşüren yeni yasayla 2 bin 100 deneyimle bürokrat görevden uzaklaştırıldı ve bunların yerine şeriatçı kadrolar atandı.

Milli Eğitim ve üniversiteler üzerindeki şeriatçı kuşatma da günden güne artıyor. YÖK’ü kaldırma çalışmalarını gelen yoğun tepki üzerine bir süreliğine geri çeken AKP bu günlerde bu planlarını tekrar gündeme getiriyor. Önümüzdeki dönemde de artararak devam etmesi beklenen türbana özgürlük ise AKP için vazgeçilmez önemde.

Bütün bu kadrolaşma tartışmaları sürerken biraraya gelen Cumhurbaşkanı Sezer ve Tayyip Erdoğan arasında geçen ve basına da yansıyan diyalog yaşanan sürecin vehametini en açık biçimde ortaya koyuyor. Sezer’in “Devletin her kademesine imamları dolduruyorsunuz” şeklindeki sözlerine Erdoğan’ın yanıtı şu oluyor: “Ben de imamlık yaptım ama şimdi başbakanım”
 
 Şeriatçı terör örgütlerine devlet protokolü
 
 AKP hükümeti bir yandan devlet bürokrasisi içinde yoğun bir kadrolaşma hareketine girerken bir yandan da bağlantılı bulunduğu yurt dışındaki şeriatçı örgütlenmeleri açıktan destekliyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından 16 Nisan tarihinde yayınlanan ve MGK toplantısının en önemli maddelerinden birisi olan Milli Görüş ve Fethullah Gülen cemaatinin kollanması yolundaki genelge Türkiye Cumhuriyeti devleti aleyhine faaliyet gösteren kuruluşların bizzat hükümet tarafından korunduğunu gösteriyor. Abdullah Gül imzasıyla bazı ülkelerdeki büyükelçiliklere gönderilen genelgede Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler içinde bulunan Milli Görüş teşkilatının çalışmalarının desteklenmesi isteniyor.
 






İran’dan gelen çarşaflı heyet de AKP’nin nasıl bir düzen istediğini gösteriyor.



 Türkiye’nin terörist örgüt olarak kabul ettiği Milli Görüş, yalnız Türkiye’de değil faaliyet gösterdiği ülkelerden Almanya’da da sıkı takip altında ve 26 bin üyesi ve büyük ekonomik gücüyle “takip altındaki en büyük yabancı örgüt” konumunda. Genelgede yer alan “Milli Görüş zararlı bir teşkilat değildir. Milli Görüş Teşkilatı’nın organizasyonlarına gerektiğinde büyükelçiler ve diplomatlar da gitmelidir. Resmi heyet programlarına bundan sonra bu teşkilat da dahil edilmelidir” şeklindeki ifadelerle Türkiye tarihinde ilk kez şeriatçı terör örgütleri devlet protokolüne alınmış oluyor.
Yine aynı genelgede 28 Şubat’ın ardından Amerika’ya tedaviye giden ve nedense bir türlü iyileşip Türkiye’ye dönemeyen Fethullah Gülen ve cemaaatinden övgüyle sözediliyor. Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler yürüttüğü iddiasıyla yargılanan Fethullah Gülen ve cemaatinin yurtdışındaki okulları için Türk kültürünü yayan kurumlar ifadesi kullanılıyor ve bu okullarla ilişkilerin geliştirilmesi isteniyor.
 

 AKP Orduya Savaş Açtı

 MGK toplantısı öncesinde ortamı geren bir diğer önemli gelişme de İran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Rıza Arif ve beraberindeki ekibin Ankara’da ağırlanması sırasında yaşanan olaylardı. Devletin resmi kuruluşu olan TRT ve Anadolu Ajansı’nın dahi içeri alınmadığı ve adeta gizli örgüt toplantılarını andıran yemekteki haremlik selamlık uygulaması ve çarşaflı kadınların yarattığı manzara Ankara’nın içine düştüğü kuşatmanın ne boyutlara ulaştığını göstermesi açısından önemli bir örnekti.
Tüm bu kadrolaşma çabalarına Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay başta olmak üzere devlet organları tarafından gösterilen karşı çıkış yaklaşan MGK toplantısı öncesinde taraflar arasındaki gerginliği daha da tırmandırdı.
AKP cephesi MGK’da hükümetin irticayla mücadele konusunda uyarılacağının ortaya çıkmasıyla birlikte saldırıya geçti. MGK’nın siyasilerin hesap vereceği bir yer olmadığını söyleyen AKP yetkilileri “MGK’da hesap vermeyeceğiz” tavrıyla tabanlarına dik durma mesajı vermeye çalıştılar. Orduya yönelik en sert saldırı ise Tayyip Erdoğan’dan geldi. Erdoğan orduyu kastederek “devletin en üst noktasından en alt noktasındana kadar hiç kimse la yü’sel (sorumsuz) değildir” diyerek MGK toplantısı öncesinde orduya meydan okumaya çalıştı.

 Medyanın da yoğun desteğini arkasına alan Erdoğan partisinin Meclis’teki çoğunluğundan da güç alarak orduyu hedef alan açıklamalarına devam etti.
Erdoğan Belediye başkanlığı döneminde karıştığı ve yargılandığı yolsuzluk dosyalarını unutarak “Türkiye’nin imkan ve kaynaklarını boşa harcayanlar, statükonun korunması için direnenler, yolsuzluklar ve usulsüzlüklere bulaşanlar iddia edildiği gibi sadece siyasiler değil” sözleriyle silahlı kuvvetleri ve cumhurbaşkanını eleştirdi.
MGK toplantılarında hep dinleyen konumunda kalan şeriatçılar tek başına iktidar olmanın verdiği güçle bu kez karşı atağa geçerek baskın çıkmayı hedefliyorlardı. MGK’nın asker kanadı Milli Görüş ve Gülen cemaatini koruyan genelge, kadrolaşma ve türban tartışmalarıyla YÖK tarafından hazırlanan ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ciddiye alınmayan raporu gündemine alırken AKP kanadı da kadrolaşma faaliyetini savunacak karşı hazırlıklara girişti.

 AKP AB kozunu kullanarak Orduyu tasfiye etmek istiyor


 Medyanın büyük desteğini arkasına alan AKP ordu üzerinde kurmaya çalıştığı psikolojik baskıyla MGK toplantısını kazasız belasız atlatmaya çalışırken uzun vadede ordunun müdahalelerini engelleyecek bazı düzenlemelere girişeceğinin de ipuçlarını veriyor.
Özellikle AB süreci içinde demokratikleşme adı altında ordunun siyasete müdahalesini engellemeye yönelik planın iki ayağı var. ilk olarak Askerin icraat ve söylemlerinin “askeri tehdit” konularıyla sınırlandırılması öngörülüyor. İkinci olarak da 2004 sonuna kadar MGK’nın tamamen ortadan kaldırılması ya da en azından hükümete tavsiye kararı vermesi engellenmek isteniyor.
Hedefine ulaşma yolunda en büyük engel olarak gördüğü orduyu tasfiye planlarını yürürlüğe koyan AKP’nin elindeki en büyük koz da sözde AB üyelik süreci. AB üyeliği için siyasetin sivilleştirilmesi ve ordunun siyasetin dışına itilmesi AB’nin Türkiye’den taleplerinin ilk sırasında yeralıyor.
AB Komisyonu Genişlemeden sorumlu üyesi Gunter Verheugen’in Türkiye’deki ordu siyaset ilişkileri konusundaki görüşleri de AKP ile son derece uyumlu. Verheugen AKP AB ittifakının orduyu tasfiye planlarını şu sözlerle açığa vuruyor: “Ordu Siyasilerin Emrinde olacak, siyasiler ordunun değil”

 Başkanlık Sistemiyle Devlet ortadan kaldırılacak


 Tayyip Erdoğan’ın “siyasetteki tek arzum başkanlık ya da yarı başkanlık modelidir. Bunun ideali de Amerika’da uygulanan sistem” açıklaması da orduyu tasfiye planları yapan AKP’nin geleceğe dönük niyetlerinin ne olduğunu anlamak açısından son derece önemli.
AKP, şeriat hedeflerinin önünde engel olarak orduyu ve devlet bürokrasisini görüyor ve bu amaçla giriştiği icraaatların sürekli bu organlardan geri tepmesi üzerine bu kez de başkanlık sistemini gündeme getiriliyor.
Başakanlık sistemi, devlet bürokrasisinin ortadan kalkması ve yetkinin tıpkı Amerikan sisteminde olduğu gibi başkan ve etrafındaki danışman kadrosunun denetimine girmesi demek. Başkanlık sistemine geçiş aynı zamanda Cumhuriyet rejiminin ortadan kaldırılması anlamına geliyor
Bakanlık yapmak için seçilmiş olma zorunluluğunun aranmadığı ve dışarıdan atamaların mümkün olduğu böylesi bir sistemin Türkiye’yi nerelere sürükleyeceğini tahmin etmek hiç de zor değil. Bunun şeriatçı hareket açısından yaratacağı fırsatları saymaya da herhalde gerek yok.
Başkanlık sisteminin yanısıra hükümet tarafından hazırlanan yerel yönetimler yasasayla da merkezi devlet çökertilerek yetki ve karar belediyelere devrediliyor ki bunun sonucunda şeriatçı belediyeler ve özellikle Güneydoğu’daki HADEP çizgisindeki belediyelerin etkinlikleri daha da artacak. Bu üniter devletin ortadan kaldırılması ve Türkiye’nin eyaletlere parçalanmasına yolaçacak bir gelişme

 AKP Türkiye’yi yönetmeye devam edebilir mi?

 Altı aylık AKP iktidarı Türkiye’de şeriatçı bir partinin iktidarda kalmasının mümkün olmadığı ve ordunun buna izin vermeyeceği gerçeğini doğruluyor. AKP daha iktidara gelmeden ordu tarafından dikkatle takip ediliyordu ve AKP’nin şeriatçı hareketin bir parçası olduğu ordu tarafından biliniyordu.
Ancak AKP’nin 3 Kasım seçimlerinde aldığı oy oranı ordunun müdahale etmesini geciktiren bir faktör. Arkasında geniş halk desteği bulunduğu izlenimi medyanın da aynı yöndeki yayınları biraraya geldiğinde AKP’nin bu gerilim ortamında bir süre daha iktidarda kalması mümkün.
Ancak AKP devlet ilişkilerinin geri dönülemez biçimde tahrip olduğu düşünüldüğünde uzun vadeli bir AKP iktidarına Türkiye’nin tahammülünün kalmadığı da görülmeli.
Şu anda yapılacak bir ordu müdahalesi sadece ordunun demokratik süreci kesintiye uğratan ve on yıllık periyotlarla müdahaleyi alışkanlık haline getirdiği yönündeki propagandanın güç kazanmasına ve ordunun puan kaybetmesine yolaçacak. O nedenle kısa süre içinde bir ordu müdahalesi çok mümkün görünmüyor.
Fakat çok uzun süre önce kopan AKP ordu ilişkisinin yeniden tamiri mümkün değil. O nedenle AKP’lilerin yarattığı ve yaratacağı benzeri bütün gerilimler sadece AKP’nin dosyasının kabarmasına yol açacak ve zamanı geldiğinde yapılacak müdahalenin daha da meşruluk kazanmasını sağlayacak.
Devlete savaş açan AKP karşılığını almaya başladı bile. Bu savaşın iki değil tek bir olasılığı var: Türkiye Amerikancı ve gerici AKP iktidarından kurtulacak.

 İnan Kahramanoğlu - AKP devlete karşı,
 
 
 

 ..