22 Mart 2016 Salı

Orhan Pamuk ve Portresi,

 
 
 
Orhan Pamuk ve Portresi,
 
 
Mehmet Ali Güller ,
2 HAZIRAN 2008
PAZARTESI

“Türkler 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürdü” dedikten sonra Nobel ödülü alan Orhan Pamuk, yeni bir ödüle mi koşuyor?!
Nereden mi çıkardık?!
Alman Der Spiegel dergisine yaptığı açıklamadan!
“Milli Takım Milliyetçi amaçlara hizmet ediyor ” diyen Pamuk, “ Milli Takım aşırı milliyetçilik, yabancı düşmanlığı ve otoriter düşünce üreten bir makine ” iddiasında!

Pamuk, “bu vatanı kiraz ağacına ve kadın memesine satarım” diyen Ahmet Altan kadar ihanet içine girmiş; köşesinde “bir ABD’linin cinsel organını öven” kalemşor kadar da bayağılaşmıştır!
Kendini yeniden gündeme dayatan Orhan Pamuk’u ve Portresi’ni biz de derleyerek yeniden huzurlarınıza getirelim!
 
İHALE ZENGİNİ DEDE!
 
Göbek adı Ferit olan Orhan Pamuk’un dedesi, Mustafa Şevket ailesiyle birlikte Manisa-Gördes’ten İzmir’e göç etmiştir. Mustafa Şevket daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’nden mezun olan ilk mühendislerdendir. Mustafa Şevket, İnönü döneminde demiryolu ihalelerinden büyük paylar alarak zengin olmuştur.
Mustafa Şevket Bey, Pakize Hanım’la evlenir. Özhan (doktor), Aydın (mühendis), Gündüz (Ferit Orhan Pamuk’un babası, mühendis) ve Gönül (gazeteci Bedii Faik Akın’ın, hukuk fakültesi dekanlığından emekli kardeşi İlhan Akın’la evlendi) isimli çocukları olur.

Mustafa Şevket Bey, 1930’ların başında yaşamını yitirir.
 
IBM’İN GENEL MÜDÜRÜ OLAN BABA!,
 
Ferit Orhan Pamuk’un babası Gündüz Pamuk da inşaat mühendisliği okur. Paris’e gidip ABD’li IBM şirketinde çalışır. Daha sonra IBM, Türkiye şubesini açar ve Gündüz Pamuk’u ilk genel müdür atar. 1959-1964 yılları arasında genel müdürlük yapan Gündüz Pamuk devlete ve TSK’ya IBM’in cihazlarını pazarlar. Gündüz Pamuk, 1964’ten sonra Koç Holding’de Aygaz Genel Müdürlüğü, Enerji Grubu Başkanlığı ve Arçelik Müdürlüğü yapar. Garanti Bankası Yönetim Kurlu üyeliği de yapan Gündüz Pamuk, 1978’den sonra iki yıl da PETKİM genel müdürlüğü yapar. Gündüz Pamuk ayrıca 12 Eylül sonrası kurulan SODEP’in de kurucularındandır.
 
İBRAHİM PAŞA’NIN TORUNU,
 
Orhan Pamuk’un anne tarafından büyük dedesi 1720’li yıllarda Girit Valiliği yapmış Kaptan-ı Derya İbrahim Paşa’dır. Orhan Pamuk’un İbrahim Paşa’nın geniş ailesi nedeniyle uzaktan akraba olduğu isimler arasında Hürriyet Gazetesi Edebiyat yazarlarından Doğan Hızlan da bulunmaktadır.
Orhan Pamuk’un dedesinin dedesi ise Basmacızade olarak anılan, İstanbul Ticaret Odası’nın kurucularındandır. Dedesinin babası İbrahim Ferit de bez işi yapar ve yine Basmacızade olarak anılır. İbrahim Ferit’in Cevdet, Fuat ve İzzet adında üç oğlu olur. (Cevdet Ferit’in amcası Nejat Basmacı da İstanbul Ticaret Borsaları Birliği Başkanlığı yapmıştır. Bir zamanlar İş Bankası Genel Müdürlüğü yapan Ferit Basmacı da aynı aileden geliyor.)
Orhan Pamuk’un annesinin babası olan Cevdet Ferit (1882-1953), Almanya’da hukuk eğitimi almış, Darülfünun’da dersler vermiştir. Cevdet Ferit, Atatürk’ün 1933 reformundan sonra üniversiteden uzaklaştırılmıştır.
Cevdet Ferit Nikfal Hanım’la evlenir ve üç kız babası olur. Kızların en büyüğü Türkan Hanım, Hayat dergisinin kurucusu şair Şevket Rado ile evlenir. En küçük kız Gülgün de, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’ın oğlu ile evlenir.
Ortanca kız Şeküre ise Mustafa Şevket-Pakize çiftinin oğlu Gündüz Pamuk’la 1949’da evlendirilir.
Çiftin 1950’de büyük oğlu Şevket, 1952’de de küçük oğlu Ferit Orhan doğar.
 
PAMUK’UN EŞİ DE ARİSTOKRAT KÖKENLİ,
 
Orhan Pamuk’un eşi de aristokrat bir aileden gelmektedir. Eşi Aylin Türegün’ün (2001 yılında boşandılar) anne tarafı Beyaz Rusya’dan göç etmiş ve daha sonra Osmanlı hizmetine girmiş bir Rus soylusuna dayanmaktadır. Babası ise Osmanlı’nın Adliye Nazırlarından Kazım Bey’in torunu, Kazım Türegün’dür. (Kazım Türegün, Eski Danıştay Başkanı Hazım Tüğregün’ün yeğeni ve İtes İnşaat Yönetim Kurulu Başkan yardımcısı Necip Türegün’ün kuzenidir.)
 
AH ASKERLİK AH!
 
Orhan Pamuk’un eserleri Türk Edebiyatının en önemli isimlerince beğenilmemesine ve eserlerinde “intihal” bulunmasına rağmen, edebiyat dünyasında en tepelere kadar çıkan Orhan Pamuk’un başarı öyküsü de ilginç.
Pamuk’un hayatının ilk yarısı başarısızlıklarla dolu. Pamuk, Şişli Terakki ve Robert Koleji bitirdikten sonra 1970’de İTÜ’ye girer ve 3 yıl mimarlık okur, ama ressam olamayacağına karar verip okulu bırakır. Ancak askerliğini ertelemek için İstanbul Üniversitesi’nde gazetecilik okumaya başlar ve 1977’de bitirir. Yine askere gitmemek için bu kez master yapar. Ertelediği askerliğini ise 12 Eylül sonrasında 4 aylığına Tuzla’da yapar.

PAMUK’A ABD “SİHRİ” DOKUNUYOR

Pamuk için her şey kötüye giderken, bir sihirli değnekle, hayatı hızla değişir.
Pamuk, 1985-1988 yılları arasına ABD’de yaşar. Pamuk bu yıllar içinde IWP (International Writing Program” isimli bir programdan geçirilir. Iowa üniversitesi bünyesinde, yılda 20 kişiye uygulanan bu özel programın baş sponsoru ABD Dışişleri Bakanlığı’dır.
İşte bu programdan sonra Orhan Pamuk’un hayatı hızla değişir. Pamuk’un kitaplarının tamamını ABD’deki Random House yayınevi basar. Yayınevinin sahibi dünyaca ünlü Alman Bertelsmann yayıncılıktır. Bertelsmann’ın kurucusu dünyanın sayılı zenginlerinden Reinhard Mohn’dur.
Mohn’un yaşamı da ilginçliklerle doludur. Mohn, ikinci dünya savaş ısırasında General Rommel’in Afrikakorps birliğinde savaşır. Burada ABD’lilere esir düşen Mohn, Kansas’taki bir esir kampına götürülür. O tarihe kadar kitaplarla hiç ilgisi olmayan Mohn, biranda kitapsever olur. Savaştan sonra ülkesine dönen Mohn, bir yayınevi kurup, komünizm tehdidine karşı dini kitaplar basmaya başlar. Yeri gelmişken, Bertelsman Yayıncılık’ın 2001 yılında Doğan Holding’le 2001 yılında müzik piyasasına yönelik bir ortaklığa gittiğini belirtelim.
 
ABD’NİN “DEMOKRASİ” HİZMETLERİ!
 
Orhan Pamuk’a Nobel’den önce verilen ödüllerden biri de IMPAC Dublin’dir. 115 bin dolar para hediyeli ödüle ismini veren IMPAC şirketine mercek tutmak çok yararlı olacak.
IMPAC tüm dünyada yaygın yönetim danışmanlığı (aslında istihbarat hizmetleri) yapan bir ABD şirketi. Şirketin başındaki Dr. James Irwin, ABD’nin önde gelen Cumhuriyetçilerindendir. ABD Askeri Akademisi West Point’den üstün hizmet ödülü almış Dr. Irwin, “International Democratic Union” derneğinin de en önemli üyelerinden ve hatta Sayman’ı.
Dünya çapındaki sağ partileri bir araya getirmeyi amaçlayan “International Demoktaric Union”ın kurucuları arasında Ronald Reagan, Margaret Thatcher, Baba George Bush, Helmuth Kohl, Jack Chirac, John Howard gibi isimler var. Bu derneğin üyeleri arasında Özal’ın Anavatan Partisi ile Demirel-Çiller’in Doğru Yol Partisi de yer alıyor.
Dr. James Irwin’in üyesi olduğu bir başka dernek de, dünyaya demokrasi yaymayı hedefleyen “Center for Democracy”. Bu derneğin en faal isimleri arasında da Henry Kissinger yer alıyor!
 
TSK’YA SALDIRAN ABD’Lİ GAZETECİ
 
Pamuk’un en yakın dostlarından biri de Yahudi asıllı ABD’li gazeteci Jeri Liber’dir. Liber, Pamuk’un “muhteşem Boğaz manzaralı terasının” bir dönem müdavimlerindendir. Liber, İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin kurucularındandır. Türkiye’nin insan hakları ihlallerini konu alan bir rapor yazdı. Sonradan kitap haline dönüştürülen raporda TSK’nın Kürtlere katliam yaptığı iddia edildi ve Türk askerlerinden açıkça “serseriler” diye söz edildi.
 
AĞABEY ŞEVKET PAMUK’UN İSRAİL GÜNLERİ
 
Orhan Pamuk’u tanımak için, onun hayatında önemli bir yere neden olan ağabeyi Şevket Pamuk’u da tanımakta fayda var. Şevket Pamuk, Orhan Pamuk’a göre çok başarılı bir isim. ABD’de Yale ve Berkeley gibi iki önemli üniversitede ekonomi okuyan Şevket Pamuk, Türkiye’de pek çok üniversitede de dersler verdi. Şevket Pamuk’un ders verdiği üniversiteler içinde en dikkat çekeni Ben Gurion Üniversitesi.

Osmanlı yönetimi tarafından Siyonist faaliyetleri nedeniyle Filistin’den kovulan Ben Gurion, İsrail’in kurucusu ve ilk başbakanıdır. Şevket Pamuk’un Osmanlı ekonomisi dersi verdiği bu üniversitede ayrıca MOSSAD’ın ilgiyle takip edip raporlar hazırlattığı bir “Ortadoğu Çalışmaları” bölümü bulunmaktadır.
Ben Gurion Üniversitesi’nin başındaki isim ise daha da ilginçtir. 14 sene Dünya Bankası’nda çalışan Prof. Avishay Braverman, daha sonra, Rotary ve Lions kulüplerinin 2000 yılında yılın adamı seçtiği önemli bir ekonomisttir.
Ağabey Prof. Dr. Şevket Pamuk şu anda London School of Economics’teki Türkiye Çalışmaları Kürsüsü’nün başındadır.
 
PAMUK VE İNTİHAL
 
Orhan Pamuk’un tüm kitaplarını okuyabilen “ Edebiyatçılara ” pek rastlanmamıştır. Bu konuda en ısrarlı olanlar bile karşılaştıkları intihaller sonrası pes etmişlerdir!
Demirtaş Ceyhun’un başını çektiği usta yazarlar Pamuk’un romanlarını “ ABD Patentli post Modern Romanlar ” olarak değerlendirmiş ve “ Nobel Ödülü’nün Pamuk’a verilmiş bir ücret olduğunu” belirtmişlerdir.
“Orhan Pamuk sıradan bir yazardır” diyen Özdemir İnce Nobel sonrası tepkisini şu sözlerle dile getirmişti: “Türk edebiyatı roman ödülünü kazanmadı. Orhan Pamuk’a Nobel ödülü verildi. Nobel kazanmış olan Pamuk, Ermeni soykırımını kabul ediyor. Bu son derece önemli bir şeydir. Aşılması gereken ve aşılamayacak bir azman olacaktır. Türkiye satışa çıkarılmıştır, Türk tarihi açık artırmayla satılmıştır. Açık artırmanın en sıfır noktasında satılmıştır. Bundan dolayı utanç duyuyorum.”

Murat Bardakçı, Pamuk’un “ Benim Adım Kırmızı ” romanının ABD’li yazar Norman Mailer’in Ancient Evenings adlı romanının kopyası olduğunu ispatlamıştır. Ayrıca Pamuk’un “ Beyaz Kale ” isimli romanının da Fuad Carım’ın “ Kanuni Devrinde İstanbul ”dan birebir pasajlar içerdiği ortaya çıkmıştır!
 
ATATÜRK DÜŞMANI
 
Pamuk’un kitaplarının en temel özelliği Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığıdır.
 
Örneğin Kara Kitap!

“Çocuklugunda kız kardeşi ile tarlada karga kovalayan sapık bir padişah” gibi anlatımların olduğu Kara Kitap’da yer alan diğer Atatürk düşmanı ifadeler şunlardır: “Sonra kasaba alanına dolanır. Atatürk heykellerine sıçan güvercinleri ayıplar...”, “Atatürk kendini içkiye vermiş meyhane kalabalığına, cumhuriyeti emanet etmiş olmanın güveniyle gülümsüyordu...”, “Atatürk'ün leblebi zevkinin ülkemiz için ne büyük felaket olduğunu...”, “Sonra bir cumhuriyet, Atatürk, damga pulu havasına girdiğimizi hatırlıyoruz...”
 
SONUÇ
 
Orhan Pamuk’un edebi kalemi ile Türkiye düşmanlığı arasında ilginç bir bağ vardır. Pamuk’un “edebiyatı”, Türk tarihine saldırdığı oranda pazarlanmaktadır! Bu konudaki pazarlama ağı da, herhangi bir dağıtım şirketi küçüklüğünde değildir!
Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’a, hem de 7. Alman-Fransa Bakanlar Konseyi toplantısı çıkışında Orhan Pamuk övgüsü yaptırtan, herhalde yalnızca “edebiyat sevgisi” değildir!
Kaynaklar
Hürriyet gazetesi
Vatan Gazetesi
Aydınlık Dergisi
Aksiyon Dergisi
NTV
Araştırmacı Serdar Kuru

Mehmet Ali Güller
2 Haziran 2008
 
 
 
 

Ergenekon Tertibini Doğru Okumak

 
 
 
 
Ergenekon Tertibini Doğru Okumak
 
 
 
 
Mehmet Ali Güller17 TEMMUZ 2008
PERŞEMBE
 
Ergenekon tertibinin asıl hedefi, ABD planına direnen Türk Ordusu’nun direncini kırmaktır. Bu hedefe bağlı olarak alt hedefleri “siyasi planda ve pratik planda” diye ikiye ayırabiliriz.
ABD’nin hedefleri, siyasi planda; Türkiye’ye Kukla Devleti kabul ettirmek; Türkiye’yi İran operasyonuna ikna etmektir!
ABD’nin hedefleri, pratik planda; ortalama bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının kafasında, TSK hakkında kuşku ve kafada soru işareti yaratmak; TSK’nın birlik ve bütünlüğünü zaafa uğratmak, TSK içinde mümkünse gruplar oluşturmak; emeklilerle muazzafları karşı karşıya getirmek; muazzaflarla muazzafları karşı karşıya getirmek; TSK’nın ABD’ye direnmesine destek veren siyasi parti ve demokratik kitle örgütlerini cezalandırmak; muazzaflarla bu kesimleri karşı karşıya getirmek; nihayetinde de TSK ile milleti karşı karşıya getirmek!
En son söyleyeceğimizi şimdiden söyleyelim: Kuşkusuz bu hedeflerin bir bütün halinde gerçekleştirilebilmesini ABD asla sağlayamayacaktır!
KUKLA DEVLETE DİRENEN TSK
Kukla devlet, yani ABD’nin Irak’ın kuzeyinde kurmaya çalıştığı kukla Kürt devleti, Türkiye’nin önüne uzunca bir süreden beri getiriliyor. Bu planın konjonktürel olarak daha da somutlaştığı son dönemi özetleyelim sadece…
Plan 1986 yılında ABD Genelkurmay İkinci Başkanı Org. William Taft tarafından Ankara’ya getirildi. Özal’ın kabul ettiği planın, uygulanabilmesi için TSK’ya da kabul ettirilmesi gerekiyordu. Ancak Özal’a direnen Genelkurmay Başkanı Org. Nejdet Üruğ, hem Taft ile görüşmedi hem de planı reddetti. (Üstelik iktidardaki Erven ve cuntasına rağmen!) Sonrasında “iki Necdetlerin tasfiyesi” denilen süreç yaşandı.
ABD planında özetle şöyle diyordu: “Irak’ı bölüp Kürdistan kuracağım. Ya sen bu devlete ağabeylik yapar ve himaye edersin, ya da sana rağmen kurarım”. Pratikte bunun tek anlamı vardı. Plan nasıl kabul edilirse edilsin, Türkiye’nin bölünmesiyle neticelenecekti. Türkiye Kürdistanı himaye edip, Irak’ın kuzey topraklarını kendine katsa, üniter yapısı ortadan kalkacak, gevşek bir federasyona dönüşecekti. Türkiye, himaye etmeyip, kukla devletin kurulmasına da sessiz kalsa, kurulacak bir devlet zamanla Türkiye’nin topraklarına yayılacaktı.
ÖZAL’A DİRENEN GENELKURMAY
Özal, Türkiye’nin Kukla devleti himaye etmesi planını kabul etti ve hatta o dönemde federasyon tartışmalarını da gündeme getirdi.
1. Körfez Savaşı’nda planı devreye sokmak isteyen 1. Bush ile Özal, durumu kamuoyuna “1 koyup üç almak” şeklinde sundu. Ancak hatırlanacağı gibi dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay buna direndi ve şerefli bir şekilde istifa etti.
TSK’nın ABD planına bu ikinci direnişi TSK’nın yeni yönelimiydi.
TSK ABD’NİN HİZASINDAN ÇIKTI
Pentagon-Genelkurmay ilişkileri önemli bir rota değişikliğine girmişti. Gelecek 50 yıl planı için bu rota değişikliğini engellemek isteyen ABD, Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’i bile şehit etmişti!
Ancak TSK, Türkiye Cumhuriyeti’in üniter yapısını sürdürebilmek için bu plana direnmek zorundaydı. Bu zorunluluk, TSK içinde de zaman zaman sert mücadelelere neden oldu. TSK da bu plana direnecek bir 20 yıllık komuta kademesi şekillendirmeye çalıştı. Kısmen başarılı da oldu.
ANKARA-WASGHİNGTON SAVAŞLARI
ABD’nin ikinci Irak saldırısına kadar (2003) geçen süre içinde, Ankara ile Washington arasında Irak’ın kuzeyinde adı konulmamış bir savaş yaşandı. O döneme ilişkin sonuçları bakımında önemli iki farklı olayı hatırlamakta fayda var:
- Türkiye, Barzani ve Talabani’yi yanına alarak Ankara sürecini başlattı. Türkiye’nin “ikili iktidar yapısı” nedeniyle ABD önce sürece dahil oldu, ardında Ankara sürecini baltalayıp, Barzani ve Talabani ile Wasahington sürecini başlattı.
- TSK, Başbakan Çiller’e bile başladıktan sonra duyurduğu, stratejik öneme sahip Çelik harekatını yaptı. Mart 1995’teki harekatı engellemek isteyen ABD, 12 Mart’ta Gazi Mahallesinde provokasyon yaptı. Alevi-Sünni çatışma kartını masaya yatıran ABD, harekatı engelleyemedi. TSK’nın 36bin askerle yaptığı bu harekat neticesinde, ABD eğittiği 5000 peşmergeyi Guam adasına kaçırmak zorunda kaldı!
Bu iki olaydaki gibi, bazen ABD’nin lehine bazen de Türkiye’nin lehine sonuçlanan olayular yaşandı.
BU KEZ DE BOP DAYATMASI
ABD’nin ikinci Irak işgaliyle birlikte, BOP Projesi kapsamında kukla devlet dayatması yine yapıldı. TSK yine direndi. 1 Mart tezkeresi bu direnişin en önemli sonuçlarından biridir.
TSK içinde de 1 Mart tezkeresi konusunda fikir ayrılıkları vardı. Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök 1 Mart tezkeresinin geçmesini isterken, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman ve Jandarma Genel Komutanı Org. Şener Eruygur tezkerenin geçmesine karşıydı.
Türk-Amerikan ilişkileri açısında kırılma noktası yaratan bu tezkere, aynı zamanda içerdeki kuvvetler açısından da turnusol kağıdı vazifesi gördü.
Kısaca özetlediğimiz bu sürecin son döneminde, ABD Türkiye’siz BOP’u icra edemeyeceğini bildiği için tekrar Türkiye’ye abandı. Türkiye abanmak aynı zamanda öncelikle TSK’ya abanmak anlamına geliyordu. Çünkü iktidarı zaten elinde tutuyordu. ABD, iktidar eliyle yaptırdığı ilk atağında, yani “Şemdinli İddianamesi”nde duvara çarptı. TSK’nın başını çete lideri yapma teşebbüsü o günkü konjonktür içerisinde çabuk etkisizleştirildi.
ŞEMDİNLİ OLMADI ERGENEKON VERELİM!
Ancak TSK’yı yani Türkiye’yi BOP’a razı etmek Washington açısında olmazsa olmazdı ve ABD bu nedenle, yine iktidar eliyle ikinci saldırıya geçti: Ergenekon Tertibi!
Tertibi daha çıplak hale getirmek için birkaç önemli ayrıntıyı hatırlatalım:
- ABD planlarına göre hareket eden TSK döneminde Özel Harp Dairesi vardı, meşhur Kontrgerilla; gizli, üzerine gidilemeyen! ABD planlarına direnen TSK döneminde ise Özel Harp Dairesi lağvedildi, yerine Özel Kuvvetler Komutanlığı ÖKK kuruldu. ÖKK kurulduğu günden bu yana devamlı saldırı altında. Adı yolsuzlukla anılmaya çalışılındı, olmadı; adı derin devlet operasyonel kuvveti olarak anılmaya çalışılındı, olmadı! ABD’ye çalışan Özel Harp Dairesi “koruma” altındayken, Türkiye’nin ÖKK’sı “saldırı”ya uğradı!

- ABD planlarına göre hareket eden TSK döneminde, JUSMMAT, yani ABD’nin Türkiye’deki askeri yapısı Türk Karargahı’ndaydı. ABD planlarına direnen TSK döneminde ise JUSMMAT (şimdiki ODC) Türk karargahından atıldı! Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın Genelkurmay Başkanlığı döneminde ABD’nin Türk Genelkurmayı içindeki ofisi kapatıldı, subayları dışarı atıldı!

- ABD planlarına göre hareket eden TSK döneminde, Washington “bizim oğlanlar becerdi” diyerek 12 Eylül’ü yaptırtmıştı. ABD planlarına direnen TSK döneminde ise Wasgington “Türk Ordusu hizadan çıktı” saptamasını yapıyor! Yeri gelmişken soralım: Darbe karşıtı olduğunu söyleyenler, darbeci avına çıkanlar neden Kenan Evren’e savaş açmazlar; neden ellerinde yetki varken bu konuda TBMM’de araştırma komisyonu açılmasını istemezler?! Emekli generaller Eruygur ve Tolon’u, darbeye teşebbüs ettiklerini iddia ederek “asmaya” yeltenenler, neden bizzat darbe yapan Kenan Evren’e dokunamazlar?!
Yanıt basit! Evren, ABD adına darbe yaptı. Eruygur ve Tolon ise ABD’ye direndi!
 
TERTİBİN MİMARI AKP DEĞİL ABD!
 
Ergenekon tertibi için düğmeye aslında çok önceden basılmıştı. Habercilikte saygın bir yeri olan NOKTA dergisinin el değiştirtilip “darbe günlükleri”yle doldurulması, Medya’da tehditle el değiştirme operasyonları, bugünler için yapılmıştı! Wasginton’un Milliyet Temsilcisi Yassemin Çongar ile “memleketi bir kadın memesine satarım” diyen Ahmet Altan’ı, NOKTA operasyonunu yönetme görevi verilen Alper Görmüş’le Fethullahçı Polis Akademisi Öğretim Üyelerini TARAF gazetesinde birleştiren nedir? Demokrasi mi? ABD mi?
Kaldı ki en somutunu bizzat Abdullah Gül’ün “kankası” Fehmi Koru söyledi: “Ergenekon’u tasfiye operasyonu, Bush-Tayyip Erdoğan görüşmesinde kararlaştırıldı” (Kanal / konuşması 28 Ocak 2008 ve Yeni Şafak’taki yazısı 1 Şubat 2008)

Aslında, tek başına sözde iddiada yer alan “saçmalıklar” bile hazırlığın bu topraklarda yapılmadığını gösteriyor. Ayakları bu topraklara basmayanların hazırlığıyla, Cumhuriyet gazetesi, başyazarı İlhan Selçuk ile Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’a bombalatılıyor; Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Uğur Mumcu, yine başyazarı İlhan Selçuk’a öldürttürülüyor; ADD Genel Başkanı Ahmet Taner Kışlalı, ADD Genel Başkanı Şener Eruygur’a öldürttürülüyor… İddianamede olduğu iddia edilerek sızdırılanları okudukça saçmalıkların sınırının olmadığı görülür...

Evet Ergenekon tertibinin mimarı AKP değil ABD’dir. Ergenekon tertibini bizzat ABD yönetiyor. Mart ayı başında Ankara’daki ODC binasına yerleştirilen 35 kişilik ABD ekibinin yönettiği bir operasyonla karşı karşıya Türkiye.
Ve bu dönemde bir değişiklik daha göze çarpıyor: Cumhuriyeti yıkmak için sahte demokrat kimliği taşıtılanlar, şimdi de demokrasiyi yıkmak için sahte hukukçu kimliğiyle dolaştırılıyorlar!

Türkiye bir yol ayrımına geldi.

Türkiye ya ABD’ye teslim olup bölünecek, ya da direnip kazanacak!
Türkiye artık NATO’dan çıkmalı, İncirlik’i kapatmalı, AB ile imzaladığı katılım Ortaklığı Belgesini yırtıp atmalı, özelleştirmeleri durdurmalı, stratejik öneme sahip kurumları hemen yeniden kamulaştırmalı, Güneydoğu’da toprak reformu yapmalı, tarımı tasfiye eden yasaları iptal etmeli, IMF ve Dünya Bankası’na Rusya ya da Malezya gibi rest çekmeli, milyarlarca dolar zarar yaratan Gümrük Briliğini iptal etmeli, Rusya-İran-Çin gibi Avrasya ülkeleriyle kader birliği yapmalı, ABD adına Afganistan ve Lübnan’a gönderdiği askerlerini geri çekmeli ve hepsinden önemlisi tüm bunları yapabilecek bir hükümeti bağrından çıkarmalıdır.
 
Mehmet Ali Güller
17 Temmuz 2008
 
 
 
..
 

Sistem Partileri, Sistemi Yıkıyor!

 
 
Sistem Partileri, Sistemi Yıkıyor!
 
 
Mehmet Ali Güller
2 ARALIK 2008 SALI

“AKP’nin, ‘tek bayrak, tek millet, tek devlet’ ve ‘ya sev, ya terk et’ sloganı”; “CHP’nin kara çarşaf operasyonu”; “MHP’nin Alevi açılımı”!
Her üç parti de, Mart 2009 yerel seçimleri öncesinde birbirlerinin geleneksel alanlarına giriverdiler.
AKP, MHP’nin ‘ya sev, ya terk et’ sloganına sarıldı; CHP, AKP’nin dini siyasete alet eden sembollerine sarıldı; MHP, CHP’nin geleneksel oy tabanına sarıldı. Hatırlayınız, AKP de, daha önce CHP’nin geleneksel oy tabanı olan Alevilere “açılım” yapmıştı…
Bu durumu “partilerimizin birlik beraberlik kaygısı” olarak okuma saflığında değilsek eğer, görebileceğimiz tek bir gerçek vardır. O da hepsinin sistem partileri olduğu gerçeğidir.
Döne döne birbirlerinin yedekleri oluyorlar. Döne döne birbirlerinin alanlarına sırasıyla “ doldur boşalt ” yapıyorlar.
Nitekim, üçünün de parti programı temelde aynı. “Serbest piyasacı”, “AB’ye tam üyelik hedefli”, “ ABD’yle stratejik müttefik niyetli ” programlarının gerisi teferruat nasılsa.
Normal zamanlarda birbirilerini eleştirseler de; en kritik zamanlarda hep aynılar. Hep aynı hedefe yönlendirilmiş oklar gibiler.
 
***
Örneğin Aytaç Durak. Adana Büyükşehir Belediye Başkanı.
Bu yerel seçimler öncesinde de AKP’den istifa etti; CHP’ye geçeceği söylendi.
Şaşırmayız!

Durak, 1963-1980 yılları arasında Adalet Partisi’nden dört dönem Adana Belediye Meclis Üyeliği yaptı. 1984’de Anavatan Partisi’nden Adana Belediye Başkanı oldu. Sonra DYP’den Belediye Başkanı oldu, sonra da AKP’den…
Bu döngüsel duruma CHP içinden itirazlar gelince, Aytaç Durak’a DP’den davet gelmiş…

Aytaç Durak örneğine siyaset sahnelerimizde çok sık rastlanmaktadır.
 
***
Sistem partilerinin Türkiye’yi Götürdüğü yer ortadadır. Sistem partileriyle sistem gün be gün yıkılmaktadır!
 
Mehmet Ali Güller
2 Aralık 2008
 

20 Mart 2016 Pazar

G20 ANTALYA ZİRVESİ’NDE KAÇIRILAN FIRSAT


 
 
G20 ANTALYA ZİRVESİ’NDE KAÇIRILAN FIRSAT


YAZAN
Özdem SANBERK
2015 Aralık
 
Ortadoğu’yu yıllardan beri kasıp kavuran kanlı terör hareketleri bir süreden beri Avrupa’ya sıçradı. Hatta daha geniş coğrafyaları da tehdit ediyor. Bu şiddetin tetiklediği kitlesel göçler ise Avrupalılar için ilave bir kâbus. Biz kendi ülkemizde zaten 30 yıldır, dış dünyanın kayıtsız nazarları altında on binlerce cana mal olan PKK terörünü yaşıyoruz. Ancak uluslararası toplum 13 Kasım gecesi Paris’te IŞİD tarafından gerçekleştirilen katliamdan sonra bu türlü bir şok içine girdi.  İnsanlık uzun, ıstıraplı ve müzmin bir korku ve şiddet döneminin başlangıcına adım atmakta olduğunun bilincine vardı. Bu korku ve güvensizlik duygusu ise tam da terör örgütlerinin ulaşmak istediği hedef. Zira bedbin bir ruh hâlinin tüm uygar dünyada içe kapanma reflekslerini güçlendirdiği, sağcı siyasi hareketleri yükselttiği ve liberal demokrasiyi temellerinden sarsarak dünyayı bir kaos ortamına sürüklediğini hep birlikte görüyoruz.
 
Karanlıkla aydınlık arasında bir savaş,
 
Terör örgütleri rasyonel davranmaz. Terörün mesajı korku salmaktır. Terör karanlıkta hareket eder. Devletler ise mücadelelerini aydınlıkta sürdürür. Karanlığı aydınlatan hukuk, eğitim ve özgürlükler temelinde gelişen demokrasidir. Liberal demokrasilerle terör arasındaki bu savaş da aslında karanlıkla aydınlık arasında yaşanan savaştır. Terör örgütleri eylemlerinde kural ve ahlak tanımaz. Ancak uygar dünya, kuralsız savaşa karşı kuralsız hareket edemez; kendi koyduğu demokratik ve etik kuralları yok sayamaz. Eğer sayarsa bundan kazançlı çıkacak taraf terör olur. Bu nedenle bu savaşı ancak demokrasiye, hak ve özgürlüklere güçlü bir şekilde sarılan taraf kazanacaktır.
 
İçe kapanma,
 
Uygar devletlerin bugün terörle mücadelelerinde haklı olarak güvenlik ağırlıklı bir yaklaşımı benimsediklerini görüyoruz. Tehdidin ciddiyeti ve yaygınlığı karşısında toplumların koruma reflekslerinin harekete geçmesi doğal. Göçmenler ülkesi ABD’de Kongre’nin göçmen kabulünü kısıtlayan son yasası bu yaklaşımı açık şekilde kanıtlıyor. Ancak devletler bu mücadeleyi sırf savaş mantığında yürütürlerse teröristlerin oyun alanında kalırlar. Bu da felaketin reçetesidir.  George W. Bush 15 yıl önce, 11 Eylül’den sonra el-Kaide terörüne karşı, bugün aynen Fransa Cumhurbaşkanı Hollande ve Rusya Devlet Başkanı Putin’in yaptıkları gibi, intikam ve savaş mantığı içinde teröre karşı savaş ilan etmişti. Ne var ki 15 yıl sonra dünya kendini terör karşısında tekrar aynı yerde buldu. Çünkü el-Kaide dönüşmüş ve IŞİD adı altında yeni bir ölüm makinası olarak dünyayı kana bulamaya başlamıştı. 11 Eylül’den sonra Ortadoğu’da kesintisiz süren fakat Batı’da pek dikkat çekmeyen terör ve can kayıpları şimdi Avrupa kentlerine atlayınca şiddet sorunu dünya gündeminin birinci sırasına oturdu. Ölümler yalnız Batı’da değil Ortadoğu’da, Afrika’da yaşandığı zaman da ıstırap verir. Bunun anlamı, teröre karşı mücadelenin tüm ülkelerin beraberce vermesi gereken ve vatandaşların hükümetleri ile sıkı bir işbirliğini gerekli kılan bir süreç olduğudur.
 
Savaş mantığı,
 
Fakat ne yazık ki bu tür sözler şu sırada safça bir temenniden öteye gitmemeye mahkûm. İntikam, aynı merhamet gibi insani ve meşru bir duygu. Fransa, Paris’teki katliamdan ve Rusya da Sina’da düşürülen uçağında 224 sivil yolcusunu kaybettikten sonra, IŞİD’i cezalandırmak amacıyla örgütün merkezi Rakka’ya bombalar yağdırmaya başladı. Bu şiddet, tüm bu kaos ortamında en korumasız toplumlardan biri olan Bayır-Bucak Türkmenlerini de vurdu. Bu bombardıman İkinci Dünya Savaşı’ndaki Dresden bombardımanından farklı değil. Ne kadar çocuk, kadın, yaşlı sivilin can verdiğini bilmiyoruz.

Bu bombalar terörü yok etmez, güçlendirir. Çünkü terör kandan ve şiddetten beslenir. Nitekim IŞİD’in ortaya çıkmasından bu yana ona karşı her geçen gün daha şiddetli bir savaş veriliyor. Rusya neredeyse iki aydan beri Suriye’de IŞİD’i bomba yağmuruna tutuyor. Amerikan savaş uçakları iki yıldan beri yüzlerce sorti yaptı. Örgüt belki bazı topraklarını kaybetti ancak son iki yılda militan sayısını sürekli artırdı. Ayrıca Irak ve Suriye toprakları dışına taşarak ses getiren cüretkâr terör eylemleri yapma kapasitesine sahip olduğunu ortaya koydu.
Uygar dünya bu eylemlere karşı IŞİD’e misliyle cevap veriyor. Bu tepkisel şiddet belki terör kurbanı ülkelerde kamuoylarını teselli edebiliyor,  ama sorunları çözmüyor. Çünkü örgütün beklediği tepki tam da şiddete dayalı bu tepkiden başka bir şey değil. Zira ‘asimetrik’ savaşta karşılıklı şiddet zaten teröristin silahı. Karşılıklı şiddetin ürettiği kaos ortamı da teröristin hareket alanı… Kaos kinleri keskinleştirir, nefretleri biler, özgürlükleri ise sınırlar. IŞİD aşırı güç kullanımıyla belki geriletilebilir. Fakat hangi adı taşırsa taşısın, terör kaos ortamında kendini yeniden üretir. İnsanlık da böylece sonu gelmez bir husumet kısır döngüsü içinde bir şiddet sarmalından diğerine savrulur.
 
Şiddet çözüm değil,
 
Antalya G20 Zirve toplantısında dünya liderleri de terörle mücadelede kendi halklarını ve dünya kamuoylarını rahatlatan kararlılık mesajı verdiler. Bu mesaj,  güçlü devletlerin teröre karşı savaşı şiddetle sürdürecekleri anlamına geliyor. Bu kararlılık hem hükümetlerin hem de halklar olarak hepimizin, doğal yollarla savaş mantığından çıkamadığımızı kanıtlıyor. Bu tür yüksek seviyeli medyatik zirvelerde ne yazık ki sorunların özüne girilemiyor ve esas meseleler tartışılamıyor. Oysa bugün dünyadaki terör sorununun birinci sebebi kitlesel yoksulluk, ikinci sebebi bölgeye silah satışları.

G20 Antalya Zirvesi, Paris saldırıları ile hemen hemen aynı günlerde gerçekleştirildi. Ama liderlerin hiçbiri kitlesel yoksulluğun silinmesi ve Ortadoğu’ya yönelik kontrolsüz silah akışının durdurulması veya silah trafiğinin kontrol altına alınması zaruretini dile getirmedi. Oysa hem IŞİD’in ve diğer terör örgütlerinin silahlarının tamamı hem Suriye savaşında kullanılan silahların tümü hem Bamako rehin alma olayındaki silahlar hem de Paris saldırılarında kullanılan silahlar Antalya Zirvesi’nde teröre karşı kararlılık bildirisi yayınlayan liderlerin kendi ülkelerinin ürettiği silahlar. Altını bir kez daha çizmek gerekir ki bölgeye giren kontrolsüz silah akışı durdurulmadan veya silah trafiği kontrol altına alınmadan dünyada terör ve şiddetin bitmesi mümkün değil.
 
Barış mantığı,
 
Ancak bunun yapılabilmesi savaş değil ‘barış mantığını’ gerektiriyor. İntikam duygularıyla dolu siyasilerin olayların sıcaklığında savaşı bırakıp barış mantığına geçmeleri mümkün mü? Evet, mümkün. Barış savaşta hazırlanır ve barış mantığı kendi yol haritasını kendi bulur. Ama bunun için dünyanın vizyoner devlet adamlarına ihtiyacı var. 1945’te İkinci Dünya Savaşı tam bitmeden ileri görüşlü devlet adamları San Francisco’da toplanarak savaştan sonra 20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren kurulacak yeni dünya düzeninin temellerini attılar. Böylece savaşın son aylarında toplanan devletler, Nisan 1945’te San Francisco Konferansı’nda daha savaş sona ermeden alınan kararlar sonucu Birleşmiş Milletler’i kurdular. Bu Konferans o tarihte, savaşın bunalımını yaşayan insanlığa da dayanışma ve umut içeren güçlü bir barış mesajı göndermiş oldu. Aynı vizyoner liderler ayrıca savaş biter bitmez Avrupa’yı savaşın tahribatı sonrası yeniden yaşama kavuşturma anlamını taşıyan Marshall Planı’nı yürürlüğe koydular.       
     
Bugün tüm dünyanın güvenliğini etkileyecek devasa bir çöküş yaşayan Ortadoğu’nun kurtarılması için insanlığın aynen Marshall Planı gibi uzak görüşlü bir vizyona ve benzeri geniş ufuklu bir emele ihtiyacı var. Dünya gayrisafi yurt içi  hasılasının yüzde 85’inden fazlasını temsil eden 20 ülkenin Antalya’da, Ortadoğu’nun çöküşünü durduracak ve mültecilerin yurtlarında kalmasını özendirecek bir umut mesajı verebilmesi insanlık için büyük önem taşıyacaktı. Ama bölgede her geçen gün artan kontrolsüz silahların mevcudiyetine son verilmeden sırf ekonomik tedbirler terörü yok edemez.
Bu mesajlar verilebilseydi bugün belki Avrupa’da ve dünyada herkese hâkim olan korku, yılgınlık ve tedirginliğin yerini cesaret, umut ve güven duyguları alabilirdi. Bugün dünyayı saran terör dalgasının sebepleri muhakkak ki sadece bölgenin yoksulluğu ve Ortadoğu’ya silah sevkiyatı olmayabilir. Ama bu ikisi, en ciddi sebeplerden. Antalya’da en azından bu tespit yapılabilseydi o zaman bu zirvenin gerçek anlamda tarihî bir zirve olarak anılması mümkün olabilirdi. Bu fırsat ne yazık ki kaçırıldı.
 
 
 

AVRUPA’NIN GÖÇ KRİZİ VE TAMPON ÜLKELER



 
 
AVRUPA’NIN GÖÇ KRİZİ VE TAMPON ÜLKELER


 
 
 
YAZAN
Özdem SANBERK,
2015 Kasım

Avrupa Birliği, hem kendisi için yaşamsal tehdit oluşturan mülteci krizini Türkiye ile beraberce çözmek hem de Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine uyguladığı vetoları muhafaza etmek isteyemez.
Basit tabiriyle tampon ülke, kendisinde veya etrafında var olan istikrarsızlık ve güvensizlikleri, istikrarlı ve güvenli bir yaşam süren komşularına sirayet ettirmeyen ülkelere verilen isimdir. Genellikle güçlü bir ülke veya ülkeler grubuna komşu olan tampon ülkelerin kendi sorunlarını çözemeyecek kadar zayıf olmamalarına, fakat komşularına tehdit yaratabilecek kadar da güçlü hâle gelmemelerine dikkat edilir.(*)
Uluslararası ilişkilerde bu tatbikat, tarihte Roma İmparatorluğu’nun politikalarına kadar uzanır. Romalılar, kuzeylerindeki Barbar kavimlerin saldırılarından korunmak için sınırlarına bitişik bölgelerde dağınık ve derbeder yaşayan toplumlara, Barbarların akınlarına karşı bekçilik edebilmelerini sağlayacak ölçüde destek olur, fakat Roma’yı tehdit edecek kadar toparlanmalarına izin vermezdi. Limes adı verilen bu tampon bölge tatbikatı aslında günümüze kadar devam edegelmiştir.(**)
Örneğin Orta Amerika ülkeleri ve Meksika, Kuzey Amerika’nın; Batı Balkanlar ve Güney Doğu Avrupa ülkeleri, Avrupa Birliği’nin; eski Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, eski Sovyetler Birliği’nin tampon ülkeleri olmuşlardır. Tampon ülkeler, bekçiliğini yaptıkları güçlü ülkelerin verdikleri kararlarda söz sahibi olmazlar. Fakat bu kararlara uymak zorunda kalırlar. Şayet anlaşmalar veya katılımlarla güçlü komşularının karar mekanizmalarını etkileyebilecek bir konuma erişirlerse zaten tampon ülke statüsünden de kurtulurlar.
Örneğin Yunanistan, İspanya ve Portekiz, 1970’li yılların sonuna kadar Avrupa Birliği’nin tampon ülkeleriyken 1980’lerde Birliğin karar mekanizmalarında veto hakkına sahip şekilde yer aldıktan sonra tampon ülke konumundan çıktılar. Daha sonra Slovenya ve Hırvatistan da karar masasında oturarak çıkarlarını koruyabilecekleri bir statüye terfi ettiler.
 
Türkiye,
 
Şu anda Türkiye Avrupa Birliği’nin bir tampon ülkesi durumunda. Ankara, kendi sorunlarını Birliğe pek fazla yansıtmayan ve çevresindeki istikrarsızlık ve güvensizliklerin de Avrupa’ya sirayet etmemesine katkıda bulunan bir işlev görüyor. Ama masada olmadığı için kendisinin de etkilendiği AB kararlarında söz hakkı yok. Ancak Türkiye aynı zamanda AB ile tam üyelik müzakere sürecinde bulunan bir ülke. Yani statü değişikliği perspektifi açık ve eğer müzakere süreci kesilmezse, bu perspektifi açık kalmaya devam eder. Aksi takdirde Türkiye de faiz hadleri, standartlar, kıtalararası ticaret, Doğu-Batı ilişkileri, silahsızlanma gibi parasal, ticari, ekonomik ve siyasi birçok konuda, Ankara’da değil şimdi olduğu gibi Brüksel’de alınan kararları kendi çıkarlarına aykırı da olsa gerçek hayatta uygulamak mecburiyetinde kalmayı sürdürür.

Aslında Yunanistan, İtalya, İspanya, hatta Fransa dahi Batı ve Kuzey Avrupa’nın tampon ülkeleri. Fakat masada veto hakkına sahip oldukları için Birliğin kendileri aleyhine karar almasını önleme olanağına sahipler. Ayrıca AB dayanışması nedeniyle de kuvvetler dengesinde zayıf değil güçlü tarafta yer alıyorlar. Bu yüzden de tampon ülke görevini büyük bedeller ödemeden ve etkin şekilde yerine getirme kabiliyetini haizler.
AB ile 52 yıl önce nihai hedefi tam üyelik olan bir Antlaşma imzalamış ve on yıl önce de tam üyelik müzakerelerine başlamış bulunan Türkiye, tam üyeliğin ne anlama geldiğini hiçbir zaman kavramadığı, AB de verdiği sözleri hiçbir zaman tutmadığı için üyelik bugüne kadar gerçekleşemedi. Türkiye tampon ülke konumundan kurtulamadı. Avrupa ise doğu sınırlarındaki siyasi ve ekonomik istikrarsızlığı ve yakın çevresinden kendisine taşan kitlesel göçleri de bu nedenle tamamen önleyemedi.
 
Yaklaşım farkı,
 
AB gelecek perspektifinden hareketle ortak bir mukadderat duygusu yaratma hedefi doğrultusunda refah, sosyal adalet, özgürlük ve demokrasi ideallerini gerçekleştirmek için bir dayanışma vizyonuyla kurulmuştu. Ne var ki zaman içinde ekonomik krizler, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve içe kapanma eğilimleriyle bu vizyondan uzaklaştı. Şimdi Ortadoğu’dan adeta kavimler göçü boyutlarında meydana gelen devasa nüfus hareketleri, tarihinde ilk defa AB’yi, kendi dokusunu tehdit edebilecek yaşamsal bir tehdit ile karşı karşıya bırakıyor.

Bu tehdit ise AB’yi, son yıllarda hemen tamamen sırt çevirdiği Türkiye ile işbirliği yapmaya zorluyor. Ancak Birlik yarım yüzyıldan bu yana ortaklık anlaşmasıyla bağlı bulunduğu ve on yıldan beri müzakere ülkesi olan Türkiye ile yapacağı işbirliğini stratejik bir anlayışla değil, herhangi bir tampon ülkeyle gerçekleştirebileceği taktik bir çerçeveye oturtmak istiyor. Bu anlayış çıkmaz sokaktır. Eğer AB bu krizin bütün insani, sosyal ve siyasi yükünün karşılanmasını belli bir mali yardım karşılığında Türkiye’den bekliyorsa kendi sorumluluğundan kaçıyor demektir.
Her şeyden önce şu gerçeğin net bir şekilde saptanması gerekiyor: Avrupa’nın mülteci krizini Türkiye çıkarmadı. Suriye’de yaşananlar Türkiye’nin değil esas itibarıyla Avrupa’nın ve genelde dünyanın sorumluluğunda olan bir sorun. Mültecilere sahip çıkmak insan onuruna sahip çıkmak demektir. Bu da AB Şartı’nın lafzını ve ruhunu ifade eder. Bu sorunun çözümü için Türkiye ve AB ortak bir hedef olan insan onurunu korumak için birlikte çalışmalılar. Türkiye bu nedenle bu işbirliği taleplerine taktik değil stratejik bir anlayışla yaklaşıyor. Doğru olan bu anlayıştır. Türkiye, AB ile on yıllardan bu yana tam üyelik doğrultusunda bir müzakere içinde. Bu nedenle her iki taraf da mülteci krizi müzakerelerini taktik bir adım olarak göremez.

Bu müzakerelerin püf noktasını da aslında bu yaklaşım farkı oluşturuyor. Bu yaklaşım farkı giderilemediği takdirde AB’nin beklentilerini Türkiye’nin karşılaması mümkün olamaz ve dolayısıyla mülteci krizinin çözümü de fiiliyatta gerçekleşemez. Çünkü müzakereler herhangi bir Ortadoğu ülkesiyle değil, bir aday ülke ile yapılıyor. Dolayısıyla AB bu krizin çözümü için Türkiye ile birlikte çalışıyorsa bunun görünür kılınması gerekiyor. Bu nedenle de bu görüşmelerde elbette ekonomik ve parasal politikalardan yargı ve temel haklara, adalet ve özgürlüklerden dış güvenlik ve savunmaya kadar katılım sürecindeki tüm dosyalar, tüm unsurlarıyla mülteci eylem planı ve vize serbestisiyle birlikte bütüncül bir anlayışla gündeme gelecektir.
 
Yük paylaşımı,
 
Mülteci krizinin çözümlenebilmesi ancak bu krizi yaratan sorunun köküne inmekle ve yük paylaşımı ilkelerinde mutabakata varmakla mümkün olabilir. Bu da hâliyle stratejik bir yaklaşım gerektiriyor. Krizle ilgili görüşmelerde Türkiye’nin katılım öncesi fonları reddederek bu kriz için ayrılacak fonlardan tahsisat talep etmesi, meseleyi stratejik çerçeveye oturttuğunu ve doğru bir yaklaşım izlediğini kanıtlıyor. Gerçekten de eğer AB’nin, tam üyelik müzakere süreci içinde olduğu ülkelerden biri ile bir işbirliği beklentisi varsa sürecin tüm dosyalarının bu beklenti çerçevesinde gündeme gelmesi doğal. Başka bir deyişle Avrupa Birliği bir yandan kendisi için büyük önem taşıyan ortak bir krizi, yıllardır tam üyelik müzakeresi içinde olduğu bir partner ülke ile beraberce çözmek isterken bir yandan da o ülke ile yürüttüğü üyelik müzakere başlıklarına koyduğu vetoları muhafaza edemez.
 
Vize meselesi,
 
Avrupa bir süredir çoklu krizler dönemi yaşıyor. AB’nin Türkiye’ye olan ihtiyacı bugün mülteci krizi dolayısıyla gündeme geldi. Yarın başka bir yaşamsal sorunda işbirliği sağlanması zarureti ortaya çıkacak. AB Türkiye ile ilişkilerini sırf bugünkü mülteci krizi kapsamında göremez. Avrupalılar bölgede kilit ülke olan Türkiye’ye her ihtiyaç duyduklarında taleplerinin bir defalık taktik yöntemlerle karşılanmasına çalışır ve Türkiye de bu yaklaşımı kabul ederse tampon ülke statüsüne kendi rızasıyla boyun eğmiş olur. Nitekim Türkiye’nin AB ile 16 Aralık 2013 tarihinde vizelerin kaldırılması ile ilişkilendirerek imzaladığı Geri Kabul Anlaşması böyle bir tehlikeye zaten kapı açmış oluyor. Çünkü vize serbestisi Türkiye için 1964 tarihli Ankara Antlaşması ve 1973 tarihli Katma Protokol ile Türk vatandaşlarına tanınmış olan kazanılmış bir haktır.(***) Bu hakkın kullanılmasının AB’nin üçüncü ülkelere yönelik göç kontrol stratejisinin ürünü olarak ortaya çıkan geri kabul koşulluluğuna bağlanması Türkiye’nin tam üyelik perspektifini zayıflatıyor. Kaldı ki Geri Kabul Anlaşması hâlen vize kolaylığını Türk vatandaşlarının tamamına değil bazı meslek gruplarına tanıyor.
 
Karşılıklı güven,
 
Mülteciler krizine yönelik gerçekleştirilen müzakerelerde Türkiye’nin stratejik yaklaşımını kabul ettirebilmesinin, AB üyeliğinin Türkiye’nin ulusal stratejik hedefi olmaya devam ettiğine ortaklarını inandırabilmesine ve AB ile karşılıklı güven kopukluğunu mümkün mertebe onarmasına bağlı olacağını unutmayalım. Bunu başarabilmesi için Türkiye’nin reformlardan uzaklaşan bir aday ülke görüntüsünü silmesi gerekiyor. Bunu da ancak bağımsız ve tarafsız yargı, ifade özgürlüğü, şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi konularda kendisinden beklenen reformları gerçek hayattaki uygulamalarıyla ortaya koyması hâlinde yapabilir.

(*) S. Collinson, (1996) “Visa Requirements, Carrier Sanctions, ‘Safe Third Countries’ and ‘Readmission’: The Development of an Asylum ‘Buffer Zone’ in Europe “Transactions of the Institute of British Geographers, New Series, Vol. 21, No. 1, ss. 76-90.
(**) L’Empire et les Nouveaux Barbares, Jean-Christophe Rufin- J.C. LATTES.
(***) GİF AB ve Vize Çalışmaları Komisyonu “Hukuk ve Vize Hakkı”/ Düşünenlerin Düşüncesi, Milliyet Gazetesi, 14/11/2012.
 
 
 
 
..

DEĞİŞEN DÜNYAYA AYAK UYDURABİLMEK



 
DEĞİŞEN DÜNYAYA AYAK UYDURABİLMEK

















YAZAN
Özdem SANBERK
2015 Ekim

Tarih bize doğru adımları zamanında atamayan toplumların, işleyen sistemin dışına itilip dünya hiyerarşisinin alt sıralarına sürüklendiklerini, bağımlı ve edilgen ülkeler hâline geldiklerini gösteriyor. Tarihin güçlü değişim akımına karşı direnmek ağır bedelleri de beraberinde getiriyor.
Osmanlı İmparatorluğu, Batı’daki büyük değişim dalgasına ayak uyduramaması sonucu ağır bedeller ödedi. Önce ekonomik bağımsızlığını kaybetti, sonra toprak kaybına uğradı. Sonra da dağıldı. Cumhuriyet ideali ise dünyadaki büyük değişim sürecine yetişme iradesini ifade eder. Gerisinde kalınmış olan dünya standartlarının yeniden yakalanmasını ima eder. Türkiye Cumhuriyeti, 90 yıllık kısa geçmişinde önüne çıkan yol ayırımlarında zaman zaman hiç bir ülkenin gerçekleştiremediği kadar cesur ve doğru adımlar atabildi ve bu sebeple büyük ilerlemeler kaydetti. Zaman zaman da eline geçen fırsatları ıskalayarak belki de çoğumuzun henüz tam anlamıyla farkına varamadığı büyük kayıplar yaşadı.

Türkiye Cumhuriyeti, dağılan imparatorluk toprakları üzerinde yüzyılın başlarında modern bir devlet kurma kapasitesini göstermekle dünyadaki değişim dinamiklerini yakalama yeteneğine sahip olduğunu ispat etti. Ne var ki son 90 yıl içinde dünyadaki köklü değişimleri izlemekte ve bunlara ayak uydurmakta süreklilik gösteremedi. Bilhassa 21’inci yüzyılın ikinci on yılı da değişim dinamiklerinden kopulan bir dönem olarak değerlendirilebilir.
 
Yeni koşullar,
 
Değişim yeni kuralları, yeni normları ve yeni kurumları gerektirir ve yeni yapıları meşru kılar. Bu yapıları yaratmak, işletmek ve onlardan yararlanmak eğitim gerektirir. Bu nedenle Cumhuriyeti kuran kadrolar eğitime öncelik verdiler ve uygarlığın tek ve evrensel olduğu bilinci içinde ülkemizdeki zihinsel yapının yeni dünyaya uyum sağlayacak şekilde biçimlenmesini hedeflediler. Bu stratejilerinde yeni kurulan devletin ilk dönemlerinde büyük ölçüde başarılı oldular. Çünkü 20’nci yüzyılda artık yeni bir dünya vardı ve bu yeni dünyada yeni koşullar geçerliydi. Yeni dünyada eski koşullar varmış gibi hareket etmediler. Başarılarının sırrı insanlığın ortak yürüyüşüne katılma hedefini taşıyan ve bu yürüyüşe öncülük etme emelleri besleyen bir Türkiye vizyonunda yatıyordu.
Bugün de değişim durmuş değil. Bütün hızıyla sürüyor. Bugün bizden beklenen de Cumhuriyeti kuran kadroların gösterdiği sağduyuyu göstermek. Eski koşulların varolduğu varsayımından hareket eden bir politika yönetimi ülkeyi bir yanılgının içinde tıkalı tutar ve başarısızlığa mahkum eder. İşte bu yüzden dış politikanın da iç politikanın da hedeflerinin, önceliklerinin ve yönünün dünyadaki sürekli değişimi daima göz önünde bulunduracak şekilde tayin edilmesi gerekir. Kendimize modern ve çağdaş değerlerin geçerli olduğu toplumların dışında hangi coğrafyayı alternatif seçersek seçelim yeni dünya hiyerarşisinin çeperine savrulan, merkeze bağımlı bir ülke oluruz. Bununla da kalmayız; güvenlik, istikrar, refah, bağımsızlık ve egemenliğimizi büyük riskler karşısında bırakırız. Hem iç hem de dış politikada stratejik hedef ve öncelik kavramlarının yaşamsal rolü işte tam da burada yatıyor.
 
Sancılı süreç,
 
Çağa ayak uydurma ve değişim, tarih boyunca her zaman ve her yerde uzun ve sancılı bir süreç oldu. Bu süreç tarihin farklı zaman dilimlerinde örneğin Fransa, İspanya, İtalya ve Yunanistan gibi kimi ülkelerde topyekun iç savaşlara dönüştü. Türkiye de, Cumhuriyetin kurulmasına müteakip, birçok defa köklü ve kapsamlı değişim süreçleri yaşadı. Ancak Türkiye acılı ve sancılı dönemlere rağmen bu süreçleri iç harbe dönüşmeden geçirmiş istisna ülkelerden biri. Bunun başlıca nedeni çağdaşlaşma kavramının Cumhuriyet devrimlerinin temel taşları arasında yer alması ve devrimlerin bekçiliği görevini Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yüklenmesi. Modernleşme ve çağdaş uygarlığa erişme hedefi, Türk ordusunun kendi bünyesi içinde bölünmeden bu hedef üzerinde, “Yurtta sulh cihanda sulh” anlayışı içinde bütünlüğünü koruması sayesinde iç barışın teminatı oldu. Türk kamuoyunun Türk Silahlı Kuvvetleri’ne duyduğu güven sayesinde modernleşme olgusu kitlesel bir meşruiyet temeline oturdu.
Ne var ki çağdaşlaşmanın teminatını sivillerin değil silahlı kuvvetlerin yüklenmesi tüm 20’nci yüzyıl boyunca bizatihi çağdaşlaşmayla tezat teşkil eden bir durumdu. Esasen çağdaşlaşma ve modernleşme kavramları da bu süre zarfında Cumhuriyetimizin kuruluş döneminin sorunsalları içinde donduruldu. Böylece ordunun siyasette etkili olduğu dönemlerde Türkiye kuruluş döneminde sorunlara nasıl bakmışsa ve sorunları nasıl tanımlamışsa daha sonra da uzun yıllar aynı değerlendirmeleri sürdürdü.
 
 Çözümleri de geçen asrın dinamiklerinde aradı.

Oysa 20’nci yüzyılın ortalarından itibaren dünyada bilişim sektörü başta olmak üzere, teknolojik alandaki devrime paralel olarak, siyasal ve fikrî ana doğrular da köklü değişikliklere uğradı. İfade ve basın özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlüklerin sınırları geçmişe nazaran inanılmaz boyutlarda genişledi.  Toplumu değil bireyi, etnik ve dinsel birliği değil etnik ve kültürel çeşitliliği, dayatıcı laikliği değil laikliğin din ve inanç özgürlüğü ile bir arada bulunabildiği bir modeli önceleyen sosyal içerikli serbest pazar ekonomisine dayalı liberal demokrasi anlayışı uygar dünyaya hâkim oldu. Çevresel ve küresel sorunlara duyarlı, kadın-erkek eşitliğine inanan ve hatta LGBT hakları dahil bireylerin hak ve özgürlüklerine saygılı hoşgörü temelinde yeni bir dünya ortaya çıktı.
 
Kaçırılan fırsatlar,
 
Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra serbest seçimlerle iktidar değişikliği gerçekleştirme kapasitesini ortaya koyabilmesine rağmen tüm Batı dünyasını saran demokrasi dalgası üzerinde tutunamadı. Geçen yüzyılın hatırı sayılır bir bölümünde yeni fikrî akımlara kucak açacak, sorunlarını serbestçe tartışacak düşünce ve ifade özgürlüğü dinamiklerinin dışında kaldı. 20’nci yüzyılın devasa bilimsel, sosyo-kültürel ve demokratik değişimleri, çeşitli hükümetlerimizin durağan bakışları arasında önümüzden geçip gitti.

Türkiye ancak 2000’li yılların başlarında AK Parti’nin iktidara gelmesi ve özellikle Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerini başlatmasıyla 1950’lerden beri kaybettiği zamanı yakalama ve 21’inci yüzyıl dinamiklerini kavrama konusunda yeniden tarihî bir fırsat yakaladı. Yeni bir ekonomik kalkınma ve demokrasi ivmesini beraberinde getiren bu dönemin en dikkat çekici özelliklerinden biri de sivil-asker ilişkilerinin normalleşmesiydi. Kişisel politikayla dinî inançların ayrılması anlamında seküler dünya görüşünün korunması ile bireysel özgürlükler temelinde demokratik hakların geliştirilmesi sorumluluğu askerlerin tekelinden siyasi partilerin sorumluluğuna geçti.
Fakat siyasi partiler bu konuda başarılı bir sınav veremedi. Her şeyden evvel AK Parti çok önemli bir tarihî fırsat olan ve Türkiye’yi 21’inci yüzyıl standartlarına taşıyacak olan AB tam üyelik müzakerelerini başarıya ulaştırmayı zaman içinde öncelikli stratejik hedefi olmaktan çıkardı. Muhalefet partileri de aynı hedefe esasen destek vermedi. AB de Türkiye’ye verdiği sözleri tutmadı. Türkiye’ye karşı haksız, adaletsiz, çifte standartlı ve buyurgan bir tutum izlediği kanaati toplumun geniş bir kesimine hâkim oldu. Sivil-siyasi yaşantımız temel sorunlarımızın çözüm yöntemleri konusunda keskin ayrışmalara ve tehlikeli kutuplaşmalara savruldu.

Böylece Cumhuriyetimizin başında benimsediğimiz çağdaş değerleri yakalama hedefinin rüzgârları değişim ve reform hamlelerimizin yelkenlerini dolduracak gücünü son birkaç yıl içinde tamamen yitirdi. Bu zafiyet, ‘Arap Baharı’ ve sınırları aşan devasa göçlere sebep olan Orta Doğu’daki çöküşle birleşerek aşırı radikal akımları canlandırdı. Ülkemizde de etnik terör yeniden kan dökmeye başladı. AK Parti hükümetinin büyük umutlarla başlattığı ve toplumumuzun önemli bir bölümünde ciddi destek bulan tartışmalı Çözüm Süreci, 7 Haziran seçimlerinin hemen akabinde yaşanan gelişmeler sonucu son buldu. Böylece Türkiye uygar dünya ligine çıkmak üzere tarihin kendisine -son 15 yıl içinde- ikinci kez sunduğu ciddi bir demokrasi ve terakki fırsatını elinden bir kere daha kaçırıyordu.
 
1 Kasım seçimleri: Kaçırılmaması gereken bir fırsat,
 
Şimdi tarihin açtığı fırsat pencerelerini kullanamayan toplumların akıbetine uğramak istemiyorsak 1 Kasım seçimlerini özgür ve adil şekilde gerçekleştirme ve bu seçimlere yoğun biçimde katılma fırsatını heba etmememiz gerekiyor. Çünkü bu seçimler Türkiye’yi ya çağcıl ve evrensel değerler temelinde demokratik reform güzergahına tekrar oturtacak, değişim rüzgârları Cumhuriyetimizin reform ve terakki yelkenlerini tekrar şişirecek, özgür ve uygar dünya içindeki yerimizi tekrar alacağız; ya da Orta Doğu’nun etnik savaşlar, mezhep kavgaları, şiddet ve taassup sarmalındaki otoriter ve öfkeli ülkeleri arasına savrulma riski ile yaşama mukadderatına razı olmaya devam edeceğiz.
 
...

ORTA DOĞU VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI

 
 
ORTA DOĞU VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI
 




 













YAZAN
Özdem SANBERK
2015 Eylül

Bugün dış politikada tatbik edilen birçok kavram ve politika aslında, en azından son 25-30 yıldan bu yana geçmiş çeşitli hükümetlerce ortaya atılan, başlatılan ve zaman zaman başarılı, zaman zaman daha az başarılı olarak uygulanmış olan kavram ve politikalardır.

Türkiye geçmiş yıllarda zaman zaman hatalı kararlarıyla Orta Doğu’da komşularıyla gergin dönemler yaşadı; fakat bugün karşılaştığı yalnızlık dönemi gibi bir dönemin içine hiçbir zaman düşmedi. Türkiye, son yıllarda sıklıkla iddia edilenin aksine, Arap dünyası ve İslam ülkelerine sırtını hiçbir zaman dönmedi. Gerek Arap ülkeleri ve gerekse İslam dünyası, Türk dış politikasında gerçekçi bir temelde, her zaman en önemli yeri işgal etti. Başka bir deyişle Türk diplomasisi 2000’li yıllara kadar bölge ülkeleri ve halklarıyla, kökleri derinlere giden tarihî ve kültürel bağlarını göz önünde tutan ve barış, istikrar ve refah arayışına dayalı aktif ve dengeli bir politika izledi. Türkiye, bu politikalarında yine güçlü geleneksel bağları olan Balkanlar, ittifak bağları olan Transatlantik dünyası ve hem tarihî hem de gelişen beşerî ve enerji/ekonomik ilişkileri bulunan Rusya, Kafkasya ve Asya ülkeleriyle ilişkilerini bir arada düşünen, dengeli ve ahenkli politikalar sürdürmeye özen gösterdi.
 
Temel parametreler,
 
Türk dış politikası 2000’li yıllardan önce Araplar arası anlaşmazlıklara karışmak, Orta Doğu’ya nizam vermek veya Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasını canlandırmak gibi gerçekçi olmayan emellere itibar etmedi. Bu gerçekçiliğin temelinde, kişisel siyasetle dinî inançların ayrımı anlamında laik bir cumhuriyet olan Türkiye’nin kuruluşundan beri geçerli olan temel ilkeler yer alır. Bu ilkeler (i) Türkiye’nin toprak bütünlüğünün, siyasi birliğinin, bağımsızlık ve egemenliğinin korunması ve antlaşmalara ve devletler hukukuna saygı; (ii) ülkenin ekonomik ve sosyal kalkınması için kaynaklarının optimizasyonu ve (iii) bölgesel ve küresel ikili ve çok taraflı ilişkilerle, bölgesel ve küresel barışa katkı şeklinde özetlenebilir.

90 yıllık dış politikamızın temellerini oluşturan bu değişmez parametreler, ülkemizin 20’inci yüzyılın tümünü kapsayan istikrarsızlık ve belirsizliklere göğüs gerebilmesinin garantisini oluşturdu. Halkının Müslüman çoğunluğuna rağmen devlet yönetiminin laik niteliği, dış politikanın Orta Doğu’yu tahrip eden mezhep çatışmalarına savrulmasını önledi. Türk diplomasisi bölgede ve dünyada uzun vadeli stratejik hedefleri ve öncelikleri açıkça belli olan, kapasite/hedef orantısı anlaşılabilir, karşılıklı çıkar ve güven temelinde dış ilişkiler kurmaya özen gösterdi. Bu ilkeler kendini her gün yenileyen dünyada dış ilişkilerimize tutarlılık, öngörülebilirlik ve güvenilirlik kazandırdı.
 
Arap ülkeleriyle ortak dil ve ortak siyasi şemsiyemiz yok,
 
Türkiye’nin Orta Doğu ve Arap ülkeleriyle ilişkilerinin yürütülmesinde önemli bir gerçek de Türkiye’nin Müslüman çoğunluğa sahip olmakla birlikte bir Arap ülkesi olmaması. Türkiye Araplarla, Arapça gibi ortak bir dil şemsiyesi ya da Arap Birliği gibi ortak bir siyasi şemsiye altında bulunmuyor. Ayrıca, Orta Doğu ve Arap ülkelerinin kendi aralarında, tarihin derinliklerine uzanan mezhep temelli rekabetleri, her bir Arap ülkesinin kendi iç politikalarındaki kutuplaşmaları ve nihayet birbirleriyle zaman zaman kanlı çatışmalara dönüşen ideolojik ve siyasi anlaşmazlıkları var. Bu gerçekler, Türkiye’nin tüm Orta Doğu’ya tatbik edilebilecek yekpare bir politika uygulamasına, dün olduğu gibi bugün de olanak vermiyor.
 
Pragmatik ve çok boyutlu ilişkiler
 
Tabii bütün bunların da ötesinde, hemen hepsi monarşik veya seküler tek adam rejimleri altındaki Arap halklarının dış politika kararları üzerinde hiçbir söz hakları yok. Bu durum, yine bugün olduğu gibi geçmiş yıllarda da, Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleriyle halkların ortak çıkarlarını gözeten mütecanis bir politika izlemesine imkan vermedi.

Bu nedenlerle 2000’li yıllara kadar Türkiye’nin Orta Doğu politikası, Orta Doğu’nun her bir ülkesiyle, o ülkenin kendi koşullarını göz önünde tutan, aralarındaki anlaşmazlıklarda ve bilhassa mezhep rekabetlerinde dikkati elden bırakmayan, ülkelerin iç işlerine karışmamaya özen gösteren ve üçüncü ülkelerin çıkarlarına zarar vermeyecek barış, istikrar ve refah amaçlı pragmatik bir çizgi izledi.

Türkiye bu politikayı izlerken Müslüman çoğunluklu kendi halkının bölge halklarıyla dayanışma beklentilerini göz önünde tuttu. Bu nedenle de İslam faktörü, bir dış politika değişkeni olarak, Adalet ve Kalkınma Partisi ve hatta Turgut Özal yönetimindeki ANAP’tan çok önce Türk dış politikasının oluşturulmasında ve uygulanmasında tayin edici bir etken olarak tatbik alanı buldu.

Türkiye, İslam Konferansı Örgütü’ne kurulduğu 1969 yılından beri üye.(*) Bu bağlamda Ankara, Filistinlilerin meşru haklarının savunulmasında daima öncü rol oynadı. 1967 savaşı sonrasında, İsrail askerlerinin Harem-i Şerif’e girerek Kubbet-üs Sahra’ya İsrail bayrağı dikme girişimleri, 1925 yılından beri Kudüs’te faaliyet gösteren ve Türkiye’nin en eski diplomatik misyonlarından biri olan Kudüs başkonsolosluğumuz tarafından önlendi.(**) Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile 1975 yılından itibaren resmî ilişkilerini sürdüren Türkiye, 15 Kasım 1988’de ilan edilen Filistin Devleti’ni ilk gün tanıyan ülkeler arasında yer aldı. 1980 yılında ise İsrail’le diplomatik ilişkilerini ikinci katip düzeyine düşüren de Ankara’ydı. Bu ilişkiler ancak 1990’ların ilk yarısında İsrail-Filistin sorununda Madrid Konferansı’yla oluşmaya başlayan olumlu tablonun da etkisiyle 1991 yılında normal düzeye getirildi.
 
Orta Doğu pazarlarına açılım,
 
Daha geriye gidersek 1960’lı ve 70’li yıllarda Demirel ve Çağlayangil bölgede saygın ilişkiler kurdu. Türkiye’nin devlet eliyle Orta Doğu pazarlarına açılması 1970’li yıllarda Başbakan Ecevit’le başladı. 1980’lerden itibaren de Başbakan Özal özel sektör marifetiyle, başta inşaat olmak üzere müteahhitlik hizmetlerini Orta Doğu’ya, bilahare Sovyetler Birliği’ne ve dünyaya açtı. Özal, Türk müteşebbisinin girişimci gücüne özgürlük kazandıran 24 Ocak 1980 kararlarıyla serbest pazar ekonomisine geçişimizin temellerini attı. Türkiye 1980’li yıllara kadar siyasi eylemle ekonomik menfaat arayan bir ülkeyken Demirel ve Özal, ekonomik politikalarda gerçekleştirdikleri köklü değişiklerle dış politikadaki denklemi tersine çevirerek ekonomik ve ticari eylemle siyasi menfaat elde eden bir vizyonu Türk dış politikasına yerleştirdiler.
 
1991’den beri ‘merkez ülke’
 
Türkiye Orta Doğu’da aktif politikasını sürdürürken bir yandan da Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunu gerçekleştiriyor ve gaz boru hatları inşasıyla SSCB ile de enerji iş birliğinin temellerini atıyordu. 1987 yılına gelindiğinde Türkiye’nin Orta Doğu, Avrupa ve SSCB ile ticaret hacmi üçte bir gibi dengeli bir oran içindeydi. SSCB’nin dağılması ve Avrupa’daki köklü değişikliklerden sonra, Türkiye artık sırf Atlantik İttifakı’nın güneydoğusunda bir kanat ülkesi olmaktan çıktı. Türkiye dünyanın üç büyük bölgesinin -Avrupa, Sovyet coğrafyası ve Orta Doğu’nun- birbirleriyle kesiştiği odakta yer alan merkez ülke konumunu o zaman kazandı. Ayrıca Akdeniz politikası ve AB’ye tam üyelik müracaatı ile de kelimenin tam anlamıyla çok boyutlu bir diplomatik profil ortaya koyuyordu.
Türk dış politikasının yukarıda değinilen parametreleri son 90 yılda dünyada meydana gelen büyük siyasi krizler ve savaşların yarattığı yıkımlardan ülkeyi korumakla kalmadı, aynı zamanda Türkiye’nin son 20-30 yılda köklü biçimde değişen dünya koşullarına mümkün mertebe ayak uydurabilecek esnekliği göstermesini de sağladı.
 
Geçmiş birikim ve 2000’li yıllara yansıması,
 
Dolayısıyla bugün dış ilişkilerde tatbik edilen birçok kavram ve politika aslında, en azından son 25-30 yıldan bu yana geçmiş çeşitli hükümetlerce ortaya atılan, başlatılan ve zaman zaman başarılı, zaman zaman daha az başarılı olarak uygulanmış olan kavramlar ve politikalardır. Örneğin merkez ülke, komşularla dayanışma ve siyasi ve ekonomik iş birliği, Orta Asya ve Kafkaslara açılım, Rusya ile enerji iş birliği, Avrasya politikaları, gaz boru hatları diplomasisi, Bakü-Ceyhan Boru Hattı, TİKA’nın ve Eximbank’ın kuruluşu, İKÖ’ye üyeliğimiz, Avrupa Birliği’ne tam üyelik müracaatımız son 10 yılda başlatılan kavramlar ve politikalar değil. Daha önceki yıllardan beri uygulanan bu politikalar aslında Türk dış politikasının devamlılığı ve tutarlılığının bir kanıtını oluşturuyor. Esasen kökleri tarihin derinliklerine inen imparatorluk ardılı büyük devletler temel stratejilerini her birkaç yılda bir değiştirmezler.

AK Parti hükümetleri de kendi selefleri olan hükümetlerden devraldığı politikaların birçoğunu ilk dönemlerinde etkin uygulamalarla daha ileriye götürdü; bir kısmına katma değerler ekledi; bir kısmında ise -özellikle son döneminde- yukarıdaki temel parametrelerin çizdiği istikametlerden kısmen ayrılması ve Orta Doğu’daki koşulların, Arap ayaklanmaları gibi kendi diplomasimizden bağımsız nedenlerle tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar bozulması sebebiyle beklenen ilerlemeleri sağlayamadı ve Türkiye bölgede ve dünyada güvenliğini tehdit eden ciddi bir yalnızlık dönemine girdi. Türkiye, dış politikasının temel parametrelerine avdetle dış ilişkilerinde öngörülebilirlik ve güvenilirlik unsurlarını yeniden elde edebildiği ölçüde yalnızlıktan kurtulabilir, güvenliğini tekrar güçlendirebilir.
 
(*) İslam Konferansı Örgütü, 21 Ağustos 1969 tarihinde İsrail’in işgali altında bulunan Kudüs’teki, El-Aksa Mescidi’nin yakılmasının İslam dünyasında uyandırdığı tepki üzerine, 22–25 Eylül 1969 tarihlerinde Rabat’ta ilk kez düzenlenen İslam Zirve Konferansı’nda alınan bir kararla kuruldu. Örgütün ismi 2011 yılında İslam Iş birliği Teşkilatı olarak değiştirildi.
(**) Başkonsolosumuz Rahmetli Refik İleri işgalin akabinde resmî arabasına çektiği Türk Bayrağıyla derhal Harem-i Şerif’e giderek İsrail askerlerini mukaddes mekandan bizzat çıkardı. Amman Büyükelçimiz Rahmetli Haluk Kura’nın eşi Lale Kura Hanımefendi gönüllü hemşire olarak Ürdün hastahanelerinde yaralı Ürdün ve Filistin askerlerinin tedavisine yardımcı oldu.
 
 
 
 
 

DEMOKRASİ VARSA MUKADDERAT KAN VE GÖZYAŞI OLMAZ

 
 
 
DEMOKRASİ VARSA MUKADDERAT KAN VE GÖZYAŞI OLMAZ

 
 















YAZAN
Özdem SANBERK
2015 Ağustos

Orta Doğu’da tüm ideolojileri silip süpüren Batı aleyhtarı Cihatçı ideoloji bölgeyi istikrasızlık girdabına doğru sürüklemeye devam ediyor. Türkiye’de 7 Haziran seçimlerinin yansıttığı demokrasi mesajı ise Orta Doğu’daki tek umut ışığı. Bu ışık sönerse bütün bölge karanlıklara boğulur.

Orta Doğu’daki çöküş, IŞİD’in Irak’ta doğup Suriye’ye sonra daha geniş coğrafyalara, hatta Batı ülkelerine yayılarak gittikçe güçlenmesiyle ve bütün şiddetiyle devam ediyor. Bu çöküşün çok gerilere giden pek çeşitli nedenleri var ama Arapların şimdi yaşadığı ıstırapları sırf kendilerinden kaynaklanan sebeplerde aramak, dünyanın bugün karşı karşıya bulunduğu tehditlerin temel nedenlerini ıskalamaktan başka sonuç vermez. Arap dünyasının 400 milyona yakın nüfusunun en temel ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak 150 milyonu son 70 yıldan beri işgal, sömürü, dayatma, esaret, yoksulluk, cehalet, haksızlık, adaletsizlik, aşağılanmışlık ve en önemlisi umutsuzluk içinde yaşıyor. Tabii ki Arapların ıstırabını bu adaletsizlikleri istismar eden IŞİD gibi örgütler dindirmeyecek. Ama insanlık bu tahammül edilemez koşullara gözlerini kapamaya devam ettikçe başka IŞİD’lerin peydahlanması da önlenemeyecek.
Arap dünyasında kitlesel umutsuzlukların temelinde Arap rejimleri, İsrail, Amerika, İngiltere, Rusya ve öteki Kuzey yarı küre ülkelerinin on yıllardır sürdürdükleri politikaların hiç bir rolü olmadığını söyleyebilir miyiz? Alman sosyal demokrat Şansölyesi Willy Brandt’ın 1970’li yıllarda insanlığın önüne geniş ufuklar açan ve tüm Sosyal Demokratlar gibi zamanın Başbakanı Bülent Ecevit’in şahsında Türkiye’nin de güçlü desteğine mazhar olan “Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen” girişimlerinden bu yana uluslararasında ‘kitlesel yoksulluk ve adaletsizlik’ sorunlarına kaç defa el atıldıysa hepsi daha başlamadan bitirilmedi mi? Uluslararası toplum bu adaletsizlikleri sadece Araplar ve Afrikalıların başarısız yönetişim politikalarının sonucu olarak görmeyi sürdürdükçe, bu sorunun köklerine inmeyi geciktirdikçe, ebedi yoksulluğa mahkum kitlelelerin kendilerine, kim olursa olsun, nasıl olursa olsun, başka bir yaşam biçimi öneren despotların peşinden gideceğini, hatta şok tedaviler öneren en aşırı ideolojilere şuursuzca sarılacağını görmek için büyük siyaset adamı veya siyaset bilimci olmak gerekmiyor.
 
Sadece sınırlar değil, demografik yapılar da paramparça,
 
Irak ve Suriye’de Birinci Dünya Savaşı’ndan beri yerleşik sınırları fiilen ortadan kaldıran bu çöküş, şimdi uzun vadeli jeopolitik sonuçlar yaratma istidadı gösteren başka bir felakete doğru savruluyor: Kitlesel göçler. Aslında Orta Doğu İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne kadar mülteci sorununu hep yaşadı. Ne var ki IŞİD’in son bir yılda yaptıkları, etnik ve mezhep savaşlarının hüküm sürdüğü Irak’ta ve kanlı iç savaşın paramparça ettiği Suriye’deki karmaşık sorunlar Türkiye dâhil, tüm bölge için 1945’te İkinci Dünya Savaşı sonrası boyutlarda demografik hareketler yaratıyor.

IŞİD’in tetiklediği bu kitlesel göç hareketinin hiç beklenmedik sonuçlarından biri de şimdiye kadar bu güvensiz bölgede nispeten istikrarlı sayılan Irak Kürdistanı’nda ortaya çıktı. IŞİD’den kaçarak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin kontrol ettiği topraklara sığınan Arap, Türkmen, Ezidi ve başka etnik ve dinî gruplar halen buradaki 5,2 milyonluk Kürt nüfusun üçte birine ulaşmış durumda. Bu oranın Kürt Yönetimi için sebep olduğu sorunlar, halkın gündelik yaşam savaşının ötesinde Kürtlerin bağımsızlık hayallerini de karartıcı nitelikte. Çünkü kısa süre önce sırf Kürtlerin oluşturduğu yekpare nüfus yapısı artık karma bir nüfusa dönüşmüş durumda. Bu karma nüfus yapısı şimdi siyasi ve sosyo-ekonomik alanlarda yerli Kürtlerin aleyhine ciddi gerginlikler yaratma istidadı gösteriyor. Öte yandan düşen petrol fiyatları mülteci Arap, Türkmen ve Ezidileri yerleştirme maliyetlerini de arttırıyor, Irak petrol gelirlerinin paylaşımı konusunda Bağdat’la Erbil arasındaki anlaşmazlıkta Kürt yönetiminin elini zayıflatıyor ve Kürtleri her geçen gün Irak Merkezî Hükümeti’ne daha fazla bağımlı kılıyor.

Buna mukabil, her ne kadar Kuzey Suriye’de Kürt nüfusu heterojen bir dağılıma sahip olsa ve bu durum bir takım zorluklar yaratsa da, Suriyeli Kürtleri temsil eden PYD, ülkenin kuzeydoğusunda Tel Abyad ve Kobani gibi kentlerde Amerika’nın hava desteğiyle IŞİD’i püskürterek Irak Kürdistanı’nı kuzeyden Akdeniz’e bağlayacak bir Kürt şeridi kurma yönünde önemli mesafeler kaydediyor. Bu operasyonların yarattığı yeni bir Arap ve Türkmen göç dalgası da bilindiği gibi kısa süre önce sınırlarımızda ciddi yığılmalar ve topraklarımızda kitlesel sığınmalar yarattı. Bu gelişmeler PYD’nin müstakbel Kürt devletinin demografik alt yapısını oluşturmak amacıyla IŞİD’den ele geçirdiği topraklarda etnik temizliğe kalkıştığı yolunda Türkiye’den ve başka çevrelerden ciddi ithamlarla karşılaşmasına yol açtı.

Bugün geldiğimiz noktada IŞİD’in bölgedeki ayrılıkçı merkezkaç güçlerini hareketlendirdiği ve bilhassa bu örgüte karşı Kobani ve Tel Abyad’da ciddi savunma geçekleştiren Kürtlerin etnik milliyetçilik duygularını ve dolayısıyla bağımsızlık emellerini kuvvetlendirdiği su götürmez bir gerçek.
 
Milliyetçilik ve siyasi İslam,
 
Modernist bir ideoloji olarak milliyetçilik, post-modern gelişmişlik düzeyine ulaşmış uygar Batı ülkelerinde her ne kadar bir ölçüde güç kaybetmişse de Orta Doğu’da henüz ulus devlet olma koşullarına ulaşmamış etnik gruplar için ciddi bir etken. Etnik milliyetçilik bu bölgede dört ülkeye yayılmış olan Kürtler için özellikle ortaklaşa paylaşılan duygusal bir tutkal. Ama aynı zamanda bağımsızlık ideallerini besleyen uzun vadeli jeopolitik ortak hedeflerinin temelini oluşturuyor ve ulus devlet olma koşullarını dayandıracakları ortak meşru zemini belirliyor. Bu nedenle önümüzdeki yıllarda etnik milliyetçiliğin Orta Doğu’daki Kürt bağımsızlık hareketinin itici gücünü oluşturmayı sürdüreceğine muhakkak nazarıyla bakabiliriz.

Ne var ki Orta Doğu’da Kürtler açısından milliyetçilik temelinde bu meşruiyet zeminiyle rekabet eden ve ortaklaşa paylaşılan çok güçlü başka bir meşruiyet zemini daha var. O da kendini her geçen gün güçlü şekilde hissettiren siyasi İslam. Bir yanda etnik Kürt milliyetçiliği diğer yanda siyasi İslam olmak üzere bu iki meşruiyet kaynağı arasında artan rekabet bölgedeki Kürt siyasi hareketinin geleceğinin tayininde önemli rol oynamayı sürdürecek. Ancak bu rekabet radikal etnik milliyetçilik ile cihatçı ideolojiler arasında kanlı güç mücadelelerine savrulursa her ikisinin de meşruiyetini yitireceği açık. Kürt vatandaşlarımızın 7 Haziran seçimlerindeki oy eğilimleri bu rekabetin demokratik düzeyde Türkiye özelinde de geçerli olduğunu teyid etti. Nitekim geçmiş seçimlerde siyasi çekişme etnik Kürt milliyetçi partilerle Türkiye genelinde dindar kesimleri hedefleyen muhafazakâr partiler arasında geçerken, bu kez Türkiye’deki dindar ve muhafazakâr Kürtlerin hatırı sayılır bir bölümü, sırf dinî değil, kimlik temelli motivasyonlarla da oy vermeyi tercih ettiler. Bunda Kobani ve Tel Abyad savaşlarının yarattığı duygusal faktörlerin yanısıra, geleneksel olarak seküler milliyetçi sol Kürt seçmene hitap eden HDP’nin bu kez ülke genelindeki sol kesimleri hedef alan ve ayrıca, bilhassa muhafazakâr ve dindar Kürtlere de açılarak Kürt milliyetçiliğinin sosyal tabanını güçlendiren ve genişleten bir strateji izlemesi şüphesiz etkili rol oynadı.
 
Bağımsızlık yarına değil,
 
Orta Doğu’da halen içinde bulunduğumuz şiddete dayalı bu köklü dönüşüm sürecinde Kürt siyasi hareketi de muhakkak ki daha bir çok aşamadan geçecek. Bölgedeki demografik değişiklikler muhakkak ki bölgedeki etnik milliyetçilik akımlarını ve Kürtlerin jeopolitik emellerini teşvik etmeye devam edecek. Fakat bu akımlar, bölgede Kürtlerin yaşadıkları kadim ülkelerdeki karşıt milliyetçilik dirençlerini tetiklerken, aynı zamanda Kürtlerin jeopolitik emelleri de hiç şüphesiz bölge içi ve böge dışı güçlerin buradaki enerji kaynakları üzerindeki rekabetleri ve stratejik hedefleriyle yüzleşmek durumunda kalacak.
Bu arada bölgede Baasçılık, komünizm, Marksizm, sosyal demokrasi ve liberalizm gibi bilinen bütün ideolojileri silip süpüren Batı aleyhtarı ve şiddete dayalı Selefi ideolojiden beslenen cihadist akımlar, çıkışı olmayan geçerli tek ideoloji olarak Orta Doğu’yu daha uzun zaman maalesef istikrarsızlık ve belirsizlikler girdabına doğru sürüklemeye devam edecek.

Bu karamsar tabloda değişime yol açabilecek gelişmelerden birisini ise Türkiye’de sol platformda siyaset yapan bir Kürt Partisinin TBMM’de 80 milletvekiliyle temsil edilmesinin gerçekleştirilmesine imkân veren 7 Haziran seçimlerinin bölgeye yansıttığı demokrasi mesajı oluşturuyor. 7 Haziran seçimlerinin Türkiye demokrasisinde iktidarların seçim yoluyla değiştirilebileceğini gösteren önemli bir olay olması kaynayan bir coğrafyada dahi mukadderatın sadece kan ve gözyaşı olmadığını kanıtlıyor. Nitekim, din ve mezhep temelli olsun veya seküler temelli olsun, totaliter ideolojilerden serbest seçimler yoluyla uzaklaşıldığı ölçüde, rekabet ve anlaşmazlıkların şiddet kapsamından demokratik siyasetin içine çekilebileceği ve temsili demokrasinin, koşulların elverişsizliğine bakılmaksızın hala geçerli çözüm olabileceğini ortaya koyuyor. Bu ışığın canlı tutulması hepimizin sorumluluğu.
 
Bu yazıda şu kaynaklardan yararlanılmıştır: Rami, G. Khouri, “Good Grief: ISIS cannot be Fought with Facebook Likes”; James M. Dorsey, “Re-configuring the Middle East: IS and Changing Demographics”; Galip Dalay, “Kurdish Nationalism has Never been as Potent a Force as it is Today - but there are Challenges Ahead.”
 
 
..