“Asın hepsini!”
Utku Erişik
08.10.2007/Sayı:157
“İstanbul’a bu amaçla tamamen özel olarak geldim. Eğer gelmeseydim bu sonsuzluğa göçen büyük insanın önünde ağlamasaydım, bu sonsuz ayrılığa katlanamazdım. Ona saygı görevimi yapabilmek için İstanbul’a geldim. Gelir gelmez saraya gittim. Büyük arkadaşımın tabutu önünde durdum, eğildim, ağladım.” Bir adam, şanına şöhretine aldırmadan neden İstanbul’a bir tabut önünde eğilip ağlamak için gelsin ki? “Çünkü o büyük insan, yalnız Türkiye için değil, bütün Doğu milletleri için de en büyük önderdi.” O halde, hoş geldin o yılların onurlu insanları arasına, Afganistan Kralı Emanullah Han...
“Asın hepsini!”
Memleketin haline bak! Saç baş yoldurtan bir cehalet bu… Geceyi olabildiğince uzatan, güneşi silikleştiren bir giz, bir gizem… Bir bebeğin ilk kahkahası ile hüzünlenen bir yaşama bıkkınlığı, evde ocakta huzurunu yitirmiş bir “ah vah” çılgınlığı, bir tersine ilerleyiş, koşar adım bir batış, somurtan bir yılgınlık bu…
Ulusça umutla gülümsediğimiz günlere ne oldu?
Gelin, binelim şu harflerin çektiği, sözcüklerin götürdüğü trene… Hadi, 8 Temmuz 1919’un ilk saatlerinde Erzurum’a girelim birlikte…
Mustafa Kemal, Mazhar Müfit Kansu’ya -şimdilik- gizli kalması koşuluyla birkaç not yazdırmaktadır. Bir anı defterinin içine karalanan bu üç-beş satır, o an düşmana cephe cephe tekme indirmeye hazırlanan koca bir ulusun kurtuluştan sonraki yol haritasıdır. Dikkat ediniz, Milli Mücadele tam anlamıyla başlamamıştır henüz; savaşın sonucu bile belli değildir. Bir “deli” çıkmış, sanki kazanmışız gibi, tutmuş bir de kurtuluştan sonra yapacaklarımızı anlatıyor! Bu nasıl bir inançtır böyle!
Unutmadan söylemeli, bu tarih aynı zamanda O’nun askerlikten ve tüm resmi görevlerinden istifa ettiği tarihtir. Yani, hem asker bile değilsin artık, hem de Erzurum’dan yeni bir ülkeye dair notlar düşürüyorsun arkadaşına. Tam deli!
Mazhar Müfit, yazmaya başlar:
“Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir.”
Karıştıralım yakın tarihimizin arşivlerini; bakalım, şimdiki “bir numara” ne demişti:
“Cumhuriyet döneminin sonu gelmiştir.”
Mustafa Kemal, Mazhar Müfit’e yazdırmayı sürdürür:
“İki: Padişah ve hanedan konusunda zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır.”
Peki şimdiki “iki numara” ne demişti?
“Ağabeylerimiz sürekli yanlış yapıyor. Şimdiye kadar, ‘kol kırılır yen içinde kalır’ diyorduk. Bundan sonra demeyecek, tedavi edeceğiz. Partimiz bellidir. Zamanı gelince gereken şeyler yapılır.”
Bağımsızlık mücadelesi verirken tutuklanan adamların cezaevindeki şenliğine katılmak ister misiniz? Evet dört duvar arasında, bu mahkûmları bu denli sevindirecek ne olabilir ki? Hayır, af değil… (Emperyalizm affetmez, unutmayın.) Mustafa Kemal’in ardına düşüp, kendini esir eden duvarların dördünü de parçalamayı başaran Türk Ulusu için sevinmektedir Hintli mahkûmlar… “Kemâl Paşa’nın Türkiye’yi yabancı egemenlik ve nüfusundan kurtarmak için giriştiği çaba ve mücadeleyi hapishanede izliyorduk. Büyük zaferin haberini hapishanede duyduğumuz zaman buna nasıl sevinip, nasıl kutladığımızı unutamam. Sonraları onun devrimlerini okuduk. O zaman bizlerin bu devrimlerin bir tekini bile değerlendirmesi imkânsızdı. Kemâl Paşa’nın giriştiği bu çabayı takdirle karşıladım. O’nun dinamizmi, yılmak ve yorulmak bilmezliği insanda büyük bir etki yaratıyordu.” O zaman sana da selam olsun, ilk anti-emperyalist savaşın verildiği ve ardından gericiliğin tepelendiği bu topraklardan, Hindistan Başbakanı Cavaharlal Nehru…
O günkü partisinden “yenilikçi hareket” olarak ayrılacaklarının konuşulduğu günlerde bugünkü iki numara, bugünkü padişah ve hanedanlığının müjdesini böyle vermişti. Şatafatlı bir genel merkez binası içine padişahlara layık bir genel başkan odası ile padişah misali “sonsöz benim”ciliğe soyundu sonra. Hanedan, halen genişlemekte… Ankara’yı kuşatmış durumda. İşte onun “gereken şeyler”i, Mustafa Kemal’in ülkedeki emperyalist işgale rağmen yaptıklarını yok etmek üzere bir adres değişikliği ve yeni bir tabelaydı…
Mustafa Kemal, Mazhar Müfit’e yazdırdı yine:
“Üç: Kadınların örtünüp kapanması kalkacaktır.”
Şimdiki “üç numara” ne demişti?
“Türban olmasın da, ne olsun? Ben bunu soruyorum.”
Şu tespiti çok açık bir şekilde yaparak devam edelim:
Mazhar Müfit’in yaklaşık 3 yıl boyunca saklayacağı bir sır olan şu 3 madde, onun daha yazarken “hayalperest” olduğunu söylediği Mustafa Kemal’in yapacağı devrimin ilk 3 basamağıdır. Bugünkü “değiştim” numaracılarının, bu ilk 3 adımda bile nasıl tökezlediklerini ve zihniyet olarak bu temelle nasıl çeliştiklerini apaçık görüyoruz.
Emperyalizmin Türkiye’de oynattığı saklambaç oyununda, 85 yıldır bir yerlerde gizlenen ve semiren kaç tane yeşil yılan varsa, hepsi bugün memleketin orta yerinde yekvücut halinde varlığını hissettirmektedir. Sobelenen herkes, “Şimdi ne olacak?” şaşkınlığı içinde debelenmekte. Yanıtını ise sağolsun yine emperyalizm vermekte:
“Sen bilirsin… İster İran, ister Afganistan? Peki ya Malezya’ya ne dersin?”
“Mustafa Kemal olsaydı, bu soruya ne yanıt verirdi?” diye hiç düşünmedim bile. Bu soru hiç sorulamazdı zaten! Ya da Malezya’da emperyalizm güdümlü gericiliğe karşı nasıl bir Milli Mücadele verilmesi gerektiğini anlatır, Şeriata teslim edilen o doğu ülkesinde “Acaba biz Türkiye Cumhuriyeti olur muyuz?” sorusunu sordurtarak ışığını oraya gösterirdi!...
Geriye dönelim yüzümüzü…
Ailesiyle birlikte otururken, radyodan Mustafa Kemal’in ölüm haberini alır almaz şaşkınlıktan ve üzüntüden donakalan bir adam, “Çocuklarım, siz kalınız. Ben gidip Büyük Ata’nın kaybı karşısındaki elem ve üzüntülerimi O’na kendi huzurunda belirtmek istiyorum.” diyerek apar topar bavulunu hazırlayarak evden ayrılır.
“İstanbul’a bu amaçla tamamen özel olarak geldim. Eğer gelmeseydim bu sonsuzluğa göçen büyük insanın önünde ağlamasaydım, bu sonsuz ayrılığa katlanamazdım. Ona saygı görevimi yapabilmek için İstanbul’a geldim. Gelir gelmez saraya gittim. Büyük arkadaşımın tabutu önünde durdum, eğildim, ağladım.”
Bir adam, şanına şöhretine aldırmadan neden İstanbul’a bir tabut önünde eğilip ağlamak için gelsin ki?
“Çünkü o büyük insan, yalnız Türkiye için değil, bütün Doğu milletleri için de en büyük önderdi.”
O halde, hoş geldin o yılların onurlu insanları arasına, Afganistan Kralı Emanullah Han...
Doğunun bir başka ülkesine geçelim hemen…
Bağımsızlık mücadelesi verirken tutuklanan adamların cezaevindeki şenliğine katılmak ister misiniz? Evet dört duvar arasında, bu mahkûmları bu denli sevindirecek ne olabilir ki? Hayır, af değil… (Emperyalizm affetmez, unutmayın.) Mustafa Kemal’in ardına düşüp, kendini esir eden duvarların dördünü de parçalamayı başaran Türk Ulusu için sevinmektedir Hintli mahkûmlar…
“Kemâl Paşa’nın Türkiye’yi yabancı egemenlik ve nüfusundan kurtarmak için giriştiği çaba ve mücadeleyi hapishanede izliyorduk. Büyük zaferin haberini hapishanede duyduğumuz zaman buna nasıl sevinip, nasıl kutladığımızı unutamam. Sonraları onun devrimlerini okuduk. O zaman bizlerin bu devrimlerin bir tekini bile değerlendirmesi imkânsızdı. Kemâl Paşa’nın giriştiği bu çabayı takdirle karşıladım. O’nun dinamizmi, yılmak ve yorulmak bilmezliği insanda büyük bir etki yaratıyordu.”
O zaman sana da selam olsun, ilk anti-emperyalist savaşın verildiği ve ardından gericiliğin tepelendiği bu topraklardan, Hindistan Başbakanı Cavaharlal Nehru…
Emperyalizmin bize seçenek olarak sunduğu İran ne diyor, son olarak da Tahran gazetesine kulak verelim:
“Atatürk gibi insanlar bir nesil için doğmadıkları gibi belli bir dönem için de doğmazlar. Onlar önderlikleriyle yüzyıllarca milletlerin tarihinde hüküm sürecek insanlardır.”
Yani Atatürkçülük bir nesil için değil, belli bir dönem için hiç değil!
Adımların bittiği, nefeslerin durduğu, seslerin kesildiği yerde; Mustafa Kemal’in askeri olmanın verdiği sorumlulukla, ağzında “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” tekerlemesini sakız etmeden, sözü hiç eğip bükmeden, yobaza selam durmadan, baloda Şeriatla vals yapmadan, dimdik durabilen bir Türk subayı vardır…
Bir de, 42 darağacı!
Mustafa Kemal, emperyalizmle ölüm-kalım savaşı verirken, ulus kendini yine kendi azim ve kararlılığı ile kurtarmaya çalışırken ve tüm Anadolu kan ağlarken, “millicilerin” malına ve kadınına saldırtabilecek denli dinden çıkmış bu hoca takımı, yaptıklarını Yarbay Osman’ın ağzından çıkan şu emirle öder: “Asın hepsini!”
Birilerinin sandığı gibi 1923, 1 Ocak 1924’te biten bir yıl değildir yalnızca. 1923’ten söz açtıkça “geride kalan” değil, “ileriye akan” bir nehiri kastettiğimiz unutulmasın. Türk Devrimi’ni övgüyle selamlayan ve kendi tam bağımsızlık mücadelesi için Söylev’i ders kitabı sayan bazı ülkeler, bugün Şeriatın kestiği parmakları sayıyor. Hem de sanıldığının tam tersine, o parmaklar çok acıyor!
85 yıl önce verdiğimiz Milli Mücadele, İznik Başpiskoposu Vassilios’un “Geride bir tek birey kalmamak üzere Türklerin tümüyle yok olmasını nasıl da isterdim!” sözleriyle amacı özetlenebilecek bir emperyalist işgale karşı verildi.
Neden?
“Köle olmamak için iki kat / iki kat soyulmamak için”
Ortada bir eliyle cebimizdekini alırken, diğeriyle geleceğimizi çalan bir hırsızlar ordusu var… Bir numara, iki numara, üç numara ve diğerleri…
“Mustafa Kemal olsaydı, bu durumda ne yapardı?” diye düşünmedim hiç…
Milli Mücadele sürerken, 6 Ekim 1920’de Kadınhanı ve Ilgın’ı, Konya’da ayaklanma çıkaran Delibaş’tan geri alan Yarbay Osman, Akşehir’den geçerken burada 42 hoca tarafından imzalanmış bir fetva yayımlandığını duyar.
Fetvada, “Milli olmak, sultana karşı ayaklanmadır. Bu durumda olanların malları yağmalanır, karıları cariye olarak alınır, kendileri de yok edilir.” denilmektedir.
Hocalara bak sen! Amma yağma ve cariye meraklısıymış hepsi meğer!
Bu fetvadan aldıkları güçle, ulusalcıların mallarını yağmalayan ve kadınlarına el uzatan bu sözümona sultancılar ve bu dinci yalakalar, şehri yaşanmaz hale getirmişlerdir. (Ey halkım! Ben sadece Yunan’la, İngiliz’le, Fransız’la değil; bu cüppeli şerefsizlerle de mücadele ettim. Unutma bizi!)
Yarbay Osman, Akşehir’e girerek bu fetvayı imzalayıp yayımlayan hocaları toplayarak, onlarla Kuran ve ayetlerin yorumları ile ilgili koyu bir sohbete başlar. Sonra da hepsine güzel bir ziyafet çekerek, askerlerin bulunduğu karargâha davet eder.
Hocalar, “kendilerinden” bir yarbay tanımanın verdiği mutluluk ve heyecanla karargâha girerler. İçeride ilerledikçe, havanın hiç de sandıkları gibi sıcak olmadığını anlarlar. Az ötede onlar için bir “son durak” vardır çünkü…
Adımlar yavaşlar, nefesler derinleşir, sesler azalır…
Adımların bittiği, nefeslerin durduğu, seslerin kesildiği yerde; Mustafa Kemal’in askeri olmanın verdiği sorumlulukla, ağzında “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” tekerlemesini sakız etmeden, sözü hiç eğip bükmeden, yobaza selam durmadan, baloda Şeriatla vals yapmadan, dimdik durabilen bir Türk subayı vardır…
Bir de, 42 darağacı!
Mustafa Kemal, emperyalizmle ölüm-kalım savaşı verirken, ulus kendini yine kendi azim ve kararlılığı ile kurtarmaya çalışırken ve tüm Anadolu kan ağlarken, “millicilerin” malına ve kadınına saldırtabilecek denli dinden çıkmış bu hoca takımı, yaptıklarını Yarbay Osman’ın ağzından çıkan şu emirle öder:
“Asın hepsini!”
Ne demiştik? Mustafa Kemal’in Mazhar Müfit’e yazdırdığı ilk 3 maddedir temelimiz. Bu 3 madde aynı zamanda, yobaza karşı kurulan darağacının 3 ayağı olmuştur ve olacaktır!
http://www.turksolu.org/157/erisik157.htm
08.10.2007/Sayı:157
“İstanbul’a bu amaçla tamamen özel olarak geldim. Eğer gelmeseydim bu sonsuzluğa göçen büyük insanın önünde ağlamasaydım, bu sonsuz ayrılığa katlanamazdım. Ona saygı görevimi yapabilmek için İstanbul’a geldim. Gelir gelmez saraya gittim. Büyük arkadaşımın tabutu önünde durdum, eğildim, ağladım.” Bir adam, şanına şöhretine aldırmadan neden İstanbul’a bir tabut önünde eğilip ağlamak için gelsin ki? “Çünkü o büyük insan, yalnız Türkiye için değil, bütün Doğu milletleri için de en büyük önderdi.” O halde, hoş geldin o yılların onurlu insanları arasına, Afganistan Kralı Emanullah Han...
“Asın hepsini!”
Memleketin haline bak! Saç baş yoldurtan bir cehalet bu… Geceyi olabildiğince uzatan, güneşi silikleştiren bir giz, bir gizem… Bir bebeğin ilk kahkahası ile hüzünlenen bir yaşama bıkkınlığı, evde ocakta huzurunu yitirmiş bir “ah vah” çılgınlığı, bir tersine ilerleyiş, koşar adım bir batış, somurtan bir yılgınlık bu…
Ulusça umutla gülümsediğimiz günlere ne oldu?
Gelin, binelim şu harflerin çektiği, sözcüklerin götürdüğü trene… Hadi, 8 Temmuz 1919’un ilk saatlerinde Erzurum’a girelim birlikte…
Mustafa Kemal, Mazhar Müfit Kansu’ya -şimdilik- gizli kalması koşuluyla birkaç not yazdırmaktadır. Bir anı defterinin içine karalanan bu üç-beş satır, o an düşmana cephe cephe tekme indirmeye hazırlanan koca bir ulusun kurtuluştan sonraki yol haritasıdır. Dikkat ediniz, Milli Mücadele tam anlamıyla başlamamıştır henüz; savaşın sonucu bile belli değildir. Bir “deli” çıkmış, sanki kazanmışız gibi, tutmuş bir de kurtuluştan sonra yapacaklarımızı anlatıyor! Bu nasıl bir inançtır böyle!
Unutmadan söylemeli, bu tarih aynı zamanda O’nun askerlikten ve tüm resmi görevlerinden istifa ettiği tarihtir. Yani, hem asker bile değilsin artık, hem de Erzurum’dan yeni bir ülkeye dair notlar düşürüyorsun arkadaşına. Tam deli!
Mazhar Müfit, yazmaya başlar:
“Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir.”
Karıştıralım yakın tarihimizin arşivlerini; bakalım, şimdiki “bir numara” ne demişti:
“Cumhuriyet döneminin sonu gelmiştir.”
Mustafa Kemal, Mazhar Müfit’e yazdırmayı sürdürür:
“İki: Padişah ve hanedan konusunda zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır.”
Peki şimdiki “iki numara” ne demişti?
“Ağabeylerimiz sürekli yanlış yapıyor. Şimdiye kadar, ‘kol kırılır yen içinde kalır’ diyorduk. Bundan sonra demeyecek, tedavi edeceğiz. Partimiz bellidir. Zamanı gelince gereken şeyler yapılır.”
Bağımsızlık mücadelesi verirken tutuklanan adamların cezaevindeki şenliğine katılmak ister misiniz? Evet dört duvar arasında, bu mahkûmları bu denli sevindirecek ne olabilir ki? Hayır, af değil… (Emperyalizm affetmez, unutmayın.) Mustafa Kemal’in ardına düşüp, kendini esir eden duvarların dördünü de parçalamayı başaran Türk Ulusu için sevinmektedir Hintli mahkûmlar… “Kemâl Paşa’nın Türkiye’yi yabancı egemenlik ve nüfusundan kurtarmak için giriştiği çaba ve mücadeleyi hapishanede izliyorduk. Büyük zaferin haberini hapishanede duyduğumuz zaman buna nasıl sevinip, nasıl kutladığımızı unutamam. Sonraları onun devrimlerini okuduk. O zaman bizlerin bu devrimlerin bir tekini bile değerlendirmesi imkânsızdı. Kemâl Paşa’nın giriştiği bu çabayı takdirle karşıladım. O’nun dinamizmi, yılmak ve yorulmak bilmezliği insanda büyük bir etki yaratıyordu.” O zaman sana da selam olsun, ilk anti-emperyalist savaşın verildiği ve ardından gericiliğin tepelendiği bu topraklardan, Hindistan Başbakanı Cavaharlal Nehru…
O günkü partisinden “yenilikçi hareket” olarak ayrılacaklarının konuşulduğu günlerde bugünkü iki numara, bugünkü padişah ve hanedanlığının müjdesini böyle vermişti. Şatafatlı bir genel merkez binası içine padişahlara layık bir genel başkan odası ile padişah misali “sonsöz benim”ciliğe soyundu sonra. Hanedan, halen genişlemekte… Ankara’yı kuşatmış durumda. İşte onun “gereken şeyler”i, Mustafa Kemal’in ülkedeki emperyalist işgale rağmen yaptıklarını yok etmek üzere bir adres değişikliği ve yeni bir tabelaydı…
Mustafa Kemal, Mazhar Müfit’e yazdırdı yine:
“Üç: Kadınların örtünüp kapanması kalkacaktır.”
Şimdiki “üç numara” ne demişti?
“Türban olmasın da, ne olsun? Ben bunu soruyorum.”
Şu tespiti çok açık bir şekilde yaparak devam edelim:
Mazhar Müfit’in yaklaşık 3 yıl boyunca saklayacağı bir sır olan şu 3 madde, onun daha yazarken “hayalperest” olduğunu söylediği Mustafa Kemal’in yapacağı devrimin ilk 3 basamağıdır. Bugünkü “değiştim” numaracılarının, bu ilk 3 adımda bile nasıl tökezlediklerini ve zihniyet olarak bu temelle nasıl çeliştiklerini apaçık görüyoruz.
Emperyalizmin Türkiye’de oynattığı saklambaç oyununda, 85 yıldır bir yerlerde gizlenen ve semiren kaç tane yeşil yılan varsa, hepsi bugün memleketin orta yerinde yekvücut halinde varlığını hissettirmektedir. Sobelenen herkes, “Şimdi ne olacak?” şaşkınlığı içinde debelenmekte. Yanıtını ise sağolsun yine emperyalizm vermekte:
“Sen bilirsin… İster İran, ister Afganistan? Peki ya Malezya’ya ne dersin?”
“Mustafa Kemal olsaydı, bu soruya ne yanıt verirdi?” diye hiç düşünmedim bile. Bu soru hiç sorulamazdı zaten! Ya da Malezya’da emperyalizm güdümlü gericiliğe karşı nasıl bir Milli Mücadele verilmesi gerektiğini anlatır, Şeriata teslim edilen o doğu ülkesinde “Acaba biz Türkiye Cumhuriyeti olur muyuz?” sorusunu sordurtarak ışığını oraya gösterirdi!...
Geriye dönelim yüzümüzü…
Ailesiyle birlikte otururken, radyodan Mustafa Kemal’in ölüm haberini alır almaz şaşkınlıktan ve üzüntüden donakalan bir adam, “Çocuklarım, siz kalınız. Ben gidip Büyük Ata’nın kaybı karşısındaki elem ve üzüntülerimi O’na kendi huzurunda belirtmek istiyorum.” diyerek apar topar bavulunu hazırlayarak evden ayrılır.
“İstanbul’a bu amaçla tamamen özel olarak geldim. Eğer gelmeseydim bu sonsuzluğa göçen büyük insanın önünde ağlamasaydım, bu sonsuz ayrılığa katlanamazdım. Ona saygı görevimi yapabilmek için İstanbul’a geldim. Gelir gelmez saraya gittim. Büyük arkadaşımın tabutu önünde durdum, eğildim, ağladım.”
Bir adam, şanına şöhretine aldırmadan neden İstanbul’a bir tabut önünde eğilip ağlamak için gelsin ki?
“Çünkü o büyük insan, yalnız Türkiye için değil, bütün Doğu milletleri için de en büyük önderdi.”
O halde, hoş geldin o yılların onurlu insanları arasına, Afganistan Kralı Emanullah Han...
Doğunun bir başka ülkesine geçelim hemen…
Bağımsızlık mücadelesi verirken tutuklanan adamların cezaevindeki şenliğine katılmak ister misiniz? Evet dört duvar arasında, bu mahkûmları bu denli sevindirecek ne olabilir ki? Hayır, af değil… (Emperyalizm affetmez, unutmayın.) Mustafa Kemal’in ardına düşüp, kendini esir eden duvarların dördünü de parçalamayı başaran Türk Ulusu için sevinmektedir Hintli mahkûmlar…
“Kemâl Paşa’nın Türkiye’yi yabancı egemenlik ve nüfusundan kurtarmak için giriştiği çaba ve mücadeleyi hapishanede izliyorduk. Büyük zaferin haberini hapishanede duyduğumuz zaman buna nasıl sevinip, nasıl kutladığımızı unutamam. Sonraları onun devrimlerini okuduk. O zaman bizlerin bu devrimlerin bir tekini bile değerlendirmesi imkânsızdı. Kemâl Paşa’nın giriştiği bu çabayı takdirle karşıladım. O’nun dinamizmi, yılmak ve yorulmak bilmezliği insanda büyük bir etki yaratıyordu.”
O zaman sana da selam olsun, ilk anti-emperyalist savaşın verildiği ve ardından gericiliğin tepelendiği bu topraklardan, Hindistan Başbakanı Cavaharlal Nehru…
Emperyalizmin bize seçenek olarak sunduğu İran ne diyor, son olarak da Tahran gazetesine kulak verelim:
“Atatürk gibi insanlar bir nesil için doğmadıkları gibi belli bir dönem için de doğmazlar. Onlar önderlikleriyle yüzyıllarca milletlerin tarihinde hüküm sürecek insanlardır.”
Yani Atatürkçülük bir nesil için değil, belli bir dönem için hiç değil!
Adımların bittiği, nefeslerin durduğu, seslerin kesildiği yerde; Mustafa Kemal’in askeri olmanın verdiği sorumlulukla, ağzında “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” tekerlemesini sakız etmeden, sözü hiç eğip bükmeden, yobaza selam durmadan, baloda Şeriatla vals yapmadan, dimdik durabilen bir Türk subayı vardır…
Bir de, 42 darağacı!
Mustafa Kemal, emperyalizmle ölüm-kalım savaşı verirken, ulus kendini yine kendi azim ve kararlılığı ile kurtarmaya çalışırken ve tüm Anadolu kan ağlarken, “millicilerin” malına ve kadınına saldırtabilecek denli dinden çıkmış bu hoca takımı, yaptıklarını Yarbay Osman’ın ağzından çıkan şu emirle öder: “Asın hepsini!”
Birilerinin sandığı gibi 1923, 1 Ocak 1924’te biten bir yıl değildir yalnızca. 1923’ten söz açtıkça “geride kalan” değil, “ileriye akan” bir nehiri kastettiğimiz unutulmasın. Türk Devrimi’ni övgüyle selamlayan ve kendi tam bağımsızlık mücadelesi için Söylev’i ders kitabı sayan bazı ülkeler, bugün Şeriatın kestiği parmakları sayıyor. Hem de sanıldığının tam tersine, o parmaklar çok acıyor!
85 yıl önce verdiğimiz Milli Mücadele, İznik Başpiskoposu Vassilios’un “Geride bir tek birey kalmamak üzere Türklerin tümüyle yok olmasını nasıl da isterdim!” sözleriyle amacı özetlenebilecek bir emperyalist işgale karşı verildi.
Neden?
“Köle olmamak için iki kat / iki kat soyulmamak için”
Ortada bir eliyle cebimizdekini alırken, diğeriyle geleceğimizi çalan bir hırsızlar ordusu var… Bir numara, iki numara, üç numara ve diğerleri…
“Mustafa Kemal olsaydı, bu durumda ne yapardı?” diye düşünmedim hiç…
Milli Mücadele sürerken, 6 Ekim 1920’de Kadınhanı ve Ilgın’ı, Konya’da ayaklanma çıkaran Delibaş’tan geri alan Yarbay Osman, Akşehir’den geçerken burada 42 hoca tarafından imzalanmış bir fetva yayımlandığını duyar.
Fetvada, “Milli olmak, sultana karşı ayaklanmadır. Bu durumda olanların malları yağmalanır, karıları cariye olarak alınır, kendileri de yok edilir.” denilmektedir.
Hocalara bak sen! Amma yağma ve cariye meraklısıymış hepsi meğer!
Bu fetvadan aldıkları güçle, ulusalcıların mallarını yağmalayan ve kadınlarına el uzatan bu sözümona sultancılar ve bu dinci yalakalar, şehri yaşanmaz hale getirmişlerdir. (Ey halkım! Ben sadece Yunan’la, İngiliz’le, Fransız’la değil; bu cüppeli şerefsizlerle de mücadele ettim. Unutma bizi!)
Yarbay Osman, Akşehir’e girerek bu fetvayı imzalayıp yayımlayan hocaları toplayarak, onlarla Kuran ve ayetlerin yorumları ile ilgili koyu bir sohbete başlar. Sonra da hepsine güzel bir ziyafet çekerek, askerlerin bulunduğu karargâha davet eder.
Hocalar, “kendilerinden” bir yarbay tanımanın verdiği mutluluk ve heyecanla karargâha girerler. İçeride ilerledikçe, havanın hiç de sandıkları gibi sıcak olmadığını anlarlar. Az ötede onlar için bir “son durak” vardır çünkü…
Adımlar yavaşlar, nefesler derinleşir, sesler azalır…
Adımların bittiği, nefeslerin durduğu, seslerin kesildiği yerde; Mustafa Kemal’in askeri olmanın verdiği sorumlulukla, ağzında “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” tekerlemesini sakız etmeden, sözü hiç eğip bükmeden, yobaza selam durmadan, baloda Şeriatla vals yapmadan, dimdik durabilen bir Türk subayı vardır…
Bir de, 42 darağacı!
Mustafa Kemal, emperyalizmle ölüm-kalım savaşı verirken, ulus kendini yine kendi azim ve kararlılığı ile kurtarmaya çalışırken ve tüm Anadolu kan ağlarken, “millicilerin” malına ve kadınına saldırtabilecek denli dinden çıkmış bu hoca takımı, yaptıklarını Yarbay Osman’ın ağzından çıkan şu emirle öder:
“Asın hepsini!”
Ne demiştik? Mustafa Kemal’in Mazhar Müfit’e yazdırdığı ilk 3 maddedir temelimiz. Bu 3 madde aynı zamanda, yobaza karşı kurulan darağacının 3 ayağı olmuştur ve olacaktır!
http://www.turksolu.org/157/erisik157.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder